Din Dışlayıcılık Eleştirisi
Dini
Dışlayıcılık Eleştirisi
Yeryüzünde çok sayıda din vardır. Bu yazının iddiası şayet
mutlak iyi/adaletli bir Tanrı varsa; bir bireyin bu dinlerin herhangi birine
müntesip olmasının bırakın sonsuz cehennemi, ufak bir cezayı dahi gerektirmeyeceği,
başka deyişle Tanrı varsa, dini dışlayıcılığın yanlış olduğu şeklindedir. Ancak
öncelikle belli kavramlardan ne kastedildiğinin belirtilmesi ve açıklığa
kavuşturulması gerekiyor:
Tanrı:
İbrahimi dinlerin her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve mutlak iyi/adaletli varlığı.
Dini Dışlayıcılık: Tek bir dinin doğru olduğu ve kurtuluşun da ancak bu dinin
inananlarına açık olduğu görüşü.
Dini Kapsayıcılık: Tek bir dinin doğru olduğu, diğer dinlerin de hakikatten
izler taşıdığı ve o dinlerin inananlarının da kurtuluştan dışlanmadığı görüşü.
Dini Çoğulculuk: Bütün dinlerin doğru, hakikate eşit uzaklıkta olduğu ve
bütün dinlerin inananlarının kurtuluşa aynı ölçüde ortak olduğu görüşü.
Argüman:
Şayet Tanrı varsa Dini Dışlayıcılık yanlıştır.
Birçok dini gelenek Tanrı’nın insanları, ahlaki seçimlerine
(bu içinde Tanrı’nın emir ve yasaklarında dair yaklaşımı da içerebilir) göre
yargıladığını ve onlara bu yargının sonucunda belli ödüller ve cezalar
bahşedeceğini söyler. Ancak bir istisna vardır. O da imtihanın ancak ve ancak o
dine müntesip kişiler için böyle olduğu, o dine inanmayanların ahlaki seçimleri
önemsenmeksizin cezaya çarptırılacağı şeklindedir. Bu iddianın iki gerekçesi
olabilir.
1-) Tanrı’nın gönderdiği dine ve kendisine inanmayanlara
katı bir sınır çektiği.
2-) Tanrı’ya veya dinine inanmamanın bir ahlaksızlık olduğu.
1. iddia özetle “Tanrı ne derse o olur. Biz O’nu
sorgulamamalıyız.” şeklinde bir savunuyu içermektedir. Eğer Tanrı “mutlak iyi”
gibi bir sıfata sahip olmasaydı, ahlaken kayıtsız ve -kişisel değil de- mekanik
bir varlık olsaydı yahut kötü bir varlık olsaydı bu itiraz bir noktaya kadar
anlamlı olabilirdi. Ancak Tanrı’ya hem mutlak iyi deyip hem de adil olmadığı
iddia edilen bir eylemi yapabileceğini savunmak bir tür çelişkidir. Nitekim
mutlak iyi bir varlık her şeyden önce mutlak iyiliğinin gereği olarak dahi
adaletsiz bir şekilde eyleyemez. Peki, ya bu bir tür adaletsizlik değilse? “Ya
Tanrı’nın kendisine inanmayanları cezalandırması için makul gerekçeleri varsa?”
Bu da bizi 2. iddiaya ve argümanıma götürüyor.
(1) Bir varlık ancak ve ancak ortada bir suç varsa ve cezası
o suçla orantılı olursa adaletlidir.
(2) Tanrı’ya ve/veya dinine inanmamak -başlı başına- bir suç
değildir.
(3) -Dolayısıyla- Tanrı’nın dinine inanmayanlar sadece
inanmadıkları için suçlu değildir (2’den).
(4) Tanrı’nın bu kişileri cezalandırması adaletli değildir
(1-2-3’ten).
(5) Tanrı adaletlidir.
(6) Tanrı varsa Dini Dışlayıcılık yanlıştır (1-2-3-4-5’ten).
1. öncülün doğruluğunun açık olduğunu düşünüyorum. Nitekim
bu öncülü reddetmek bütün ahlaki anlayışımızın kökünü kazıyacaktır. Argümanın
başarılı olması için savunulması gereken öncül 2. öncüldür ve geriye kalan
bütün öncüller de kendilerinden önceki öncülden çıkmaktadır.
Tercih
Sorunu
Bu bölümde Tanrı’ya yahut belirli bir dine inancın tercih
meselesi olmadığını, aksine genellikle dindar insanların inandığı dini kabul
etmek zorunda olduklarını, bu noktadaki kanaatlerini
değiştirmelerinin çok zor olduğundan dolayı bu noktada masum olup, istenilen
dine inanamadıkları için cezayı hak etmediklerini yeryüzündeki farklı dinlerin
varlığından doğan unsurlarla açıklayacağım.
Bilişsel Çelişki Teorisi
İnsanlar özellikle siyaset ve din gibi kapsayıcı alanlarda,
halihazırda sahip oldukları inançlarını terk etmemeye eğilimli bir zihin
yapısına sahiptirler. Bu alanlar alternatif seçeneklere dair, dinleyeceğimiz
müziği veya yiyeceğimiz yemeği seçmek gibi rahatça tercihte bulunabildiğimiz
alanlar değildir. Çünkü bunların çok ciddi duygusal, entelektüel ve toplumsal
imaları vardır. Örneğin insanlar bütün dünya görüşünü, ahlaki yargılarını, olaylara
dair bakış açılarını sahip oldukları dini inanç çerçevesinde şekillendirirler.
Ayrıca birçok din çeşitli ibadetleri inananlara şart koşar ve bu ibadetler
fiziksel olmak zorunda da değildir. Zira kendisini her an dinleyebilen bir kişi
vardır karşısında, dolayısıyla inananlar dinleriyle duygusal bağ kurar.
Dini öğrenmek için çok ciddi zaman ayırıp okumalar yapar, zihnini dini
bilgilerle doldurur, hatta bazı bireyler dine onu geçim kaynağı yapacak kadar
bağlanırlar. Öte yandan dinler kültürel olgulardır. Yani olası bir din
değişiminde bireyin bütün duygusal temeli, harcadığı eforlar, belki hayatının
anlamı boşa gitmiş olacak ve toplumsal olarak da bir tür dışlanmayla karşı
karşıya kalabilecektir en azından öyle hissedecektir. Yani dini inançların
hem teorik hem pratik çok çeşitli ve köklü etkileri vardır. Bilişsel Çelişki
Teorisi’nin mimarı Leon Festinger’in de dediği gibi “Kararın önemi ve değeri
uyumsuzluk boyutlarını belirleyen en önemli değişkenlerden biridir.” [1] Bilişsel
Çelişki Teorisi’ne göre tam da bundan ötürü insanlar, inançlarını koruma
eğilimindedirler: “Bilişsel uyumsuzluk, kişinin birbiriyle tutarsız iki ya da
daha fazla biliş’e (bilgi parçaları) sahip olması sonucu ortaya çıkan
psikolojik rahatsızlık durumudur. Uyumsuzluğa neden olan tutarsız
düşüncelere sahip olunduğunda duygularla yüzleşmek olarak da tanımlanabilir. Bu
uyumsuzluk tatsızdır ve birey farklı bakış açısı sunan bilgi kaynaklarını
önlemenin ya da kendi düşüncelerini rasyonalize etmenin yollarını arar.”
Yani insanlar kendi dünya görüşlerine karşı tehditkar
tecrübeler, bilgiler ve argümanlarla (bilişsel çelişkilerle)
karşılaştıklarında bilinçli veya bilinçsiz inançlarını korumak ve bilişsel
çelişkiyi önlemek için her şeyi yaparlar. BÇT’ye göre bu seçici maruz
kalma ve seçici kaçınma olmak üzere iki şekilde olur. Seçici
maruz kalma, birtakım tehditlerle karşılaşmış olan inancımızın lehine olan
görüşleri inceleme eğilimidir ve kişi bu görüşleri incelerken genelde onları
doğru bulma eğilimindedir. Seçici kaçınma ise tehditkar görüşlerden kaçınma
veya onları incelerken, kendi görüşümüzü değerlendirdiğimiz kadar hassas
olamama, onlara karşı önyargılı olma eğilimidir. McFarland ve Warren tarafından
gerçekleştirilen bir çalışmada bir grup, İncil’i yanılmaz ve mutlak otorite
olarak kabul eden Hristiyan dindar kesime ve “arayışta” olan gruba 6 tanesi
Hristiyanlık lehine, 6 tanesi Hristiyanlık aleyhine ve 12 tanesi de dini
olmayan konular hakkında toplam 24 tane makalenin yazarı, başlığı ve özeti
sunularak bu kişilerin seçici maruz kalma ve kaçınma eğilimleri test
edilmiştir. Ve seçici maruz kalma teorisinin öngördüğü üzere dindar
Hristiyanlar dinleri lehine olan makaleleri okumayı seçerlerken, arayışta
olanlar ise Hristiyanlık karşıtı makaleleri okumayı tercih etmiştir. [2] Yani
kişiler özellikle yerleşmiş kanaatleri söz konusu olduğunda fikir değiştirmekte
oldukça zorlanırlar. Hatta halk arasında bunun örneklerini dini konularda
şüpheye düşen birini acilen o konu hakkında şüphesini dindirecek açıklamalara
sahip din adamlarına götüren, kafasının karışmasını önlemek için dua eden
kişilerden de görebiliriz. Öte yandan bilişsel çelişki, etkisini delilci bir
tahkikte de gösterebilmektedir. Nitekim birçok kişi halihazırda sahip olduğu
inanca dair çok daha titiz olurken, inancını çok daha güçlü delillerle
desteklerken yahut savunurken diğer inançlara çok daha yüzeysel yaklaşabilmekte
ve eleştirileri genelde kendi inançlarını desteklerken kullandıkları yöntem ve
sarf ettikleri çabadan çok uzak olmaktadır, dahası buna dair motivasyon bulamamaktadır.
O halde neden neredeyse bütün dinlerin müntesipleri kendi dinlerine dair
tehditkar unsurlarla karşılaştıklarında yukarıdaki alıntıdan da hatırlanacağı
üzere psikolojik bir rahatsızlık (huzursuzluk) hissetmektedir? Ve BÇT’ye göre
-bundan dolayı- bunu gidermek için -çoğu kişide bu bilinçsizce gerçekleşmek
üzere- yukarıda bahsedilen yöntemlere başvurup inançlarına sıkı sıkı
sarılırlar? Eğer tek bir din doğru olup kurtuluşun da zorunlu unsuru o dine
inanmak ise, o dine inanmayanlar kurtuluşa eremeyecekse sevgi dolu bir Tanrı
için kullarının kendisine ve dinine inanması çok değerli ve O’nun isteyeceği
bir şeydir. Ancak yeryüzünde binlerce din olduğunu ve bunların da coğrafyalara
düzensiz olarak yayıldığını tekrar göz önünde bulundurduğumuzda dini dışlayıcılığa
göre bunlardan bir tanesi hariç hepsi yanlıştır ve o dinlere inananlar
cehenneme gidecektir. O halde neden Tanrı insan zihnini yanlış olan
dinlerin inananlarına o dinin aleyhine unsurlarla karşılaştıklarında
huzursuzluk yaşayacakları şekilde yaratmıştır? Halbuki Tanrı kendisine ve
dinine inanmamızı istiyorsa yanlış olan dinin aleyhine olan unsurlarla
karşılaşan insanlarda bu durumun, onları yanlış olan dinden çıkararak doğru
olana yaklaştıracağından, onlarda bir tür mutluluk uyandırıp değişimine daha
açık olmalarını beklerdik. Ayrıca insanların bu huzursuzluktan çoğu zaman
farkında olmadan ve refleksif olarak kaçınması ve inançlarına sıkı sıkı
tutunması, kişilerin inanç sahibi olma süreçleri göz önünde bulundurulduğunda
adaletli bir Tanrı’dan pek de beklenir bir senaryo değil. Zira bireyler
inançlarını en başta dahi seçmezler, daha ziyade bunun farkındalığına sahip
olurlar ve bu farkındalık kendilerine kültürel aktarım yoluyla sağlanır. Demem
o ki, birey doğduğu çevrenin inancını benimser. Ve elbette kişinin nerede
doğacağı kendi elinde değildir. O halde Tanrı’nın milyarlarca kulunu hem yanlış
dini kabullere sahip bir coğrafyada yaratıp hem de onların zihin yapısını o “yanlış”
dine inanmaya -büyük ölçüde- mahkum bir şekilde yaratması Tanrı’nın adaletli ve
sevgi dolu olması durumunda beklemeyeceğimiz bir şeydir. Burada şöyle bir
itiraz gelebilir: Ya kişinin kendi dinine karşı yaşadığı bilişsel çelişki, onun
Tanrı’dan daha uzak bir pozisyonda konumlanmasını sağlarsa? Bu itiraza iki
şekilde cevap verilebilir:
1-) Kişinin ateist bir çevrede doğup ateist olması durumunda
aynı bilişsel çelişkileri, inancına dair birtakım içsel çürüten yahut teizm
lehine bir takım unsurlarla karşılaşması durumunda da çözme çabası içine
girebileceğini göz önünde bulundurduğumuzda geçersiz olacaktır. Nitekim bir
ateistin de en az bir teist kadar kendi inancı aleyhindeki olgularla
karşılaşması durumunda hem teorik hem de pratik unsurlar sonucu bilişsel
çelişki ve bunu takip eden psikolojik huzursuzluk yaşayacağını düşünebiliriz
çünkü ateizm de teizm gibi kişinin yaşamını ve bakış açısını kuşatan bir inançtır.
2-) Dini Dışlayıcılık doğruysa, şuan yeryüzündeki sadece bir
din hem doğru hem de kurtuluş için ona olan inanç zorunludur. Ve bu din
herhangisi ise onun en az bir yanlış dini inanca sahip kişinin epistemik
alanına girip onu epistemik açıdan tehdit ettiğini söyleyebiliriz. Bu durumda
yanlış bir dini inanca sahip bir kişinin hayatı boyunca doğru olan dini inançla
karşılaşması -kendisi bunun farkında olmasa da- şaşırtıcı olmasa gerek. O halde
doğru dinle karşılaşmış ve o din özelinde bilişsel çelişki yaşamış bir kişinin
Tanrı’dan daha da uzaklaşmayıp doğrudan onu bulacağı bir fırsata karşı kişinin
bilişsel çelişki sonucu huzursuzluk yaşaması bu itirazı geçersiz kılmaktadır.
Dini Tecrübeler
“Pek çok dinde, inananlar bir Mutlak Gerçekliği tecrübe ettiklerini iddia etmekle kalmaz aynı zamanda böyle tecrübelerin kendi hayatlarını önemli ölçüde anlamlandırdığını ve yönlendirdiğini iddia eder.” [3] “Dini tecrübenin birçok farklı çeşidinden bahsedilebilir. Bazı tecrübeler dini pratik tarafından şekillendirilir, bazıları mucizelerden etkilenim sonucu, bazıları rüya veya vizyon, diğer bazıları ise mistik kutsal metinlerden etkilenim yoluyla ortaya çıkabilir.” [4] Bu tecrübeler her ne şekilde zuhur ederse etsin, bir kişinin imanını epey güçlendirecek özelliklere sahiptir. Hatta bazıları o denli güçlü olabilir ki, kişinin tecrübeyi yaşadığı dinin doğruluğunu o denli gösterebilir ki kişi istese de o dinden çıkamaz. Ancak Steven Katz, “Biz bütün tecrübeleri inançlarımızla, öğrenilmiş kategorilerle ve kavram çerçeve aracılığıyla işleriz. Sezgiler bilginin modeli olan benlik şuuru bile kavramsal olarak kayıtlanmıştır. Bunun sonucu olarak, dini ve kültürel inançlar dini tecrübeyi kayıtlar, o kadar ki farklı dini gelenekteki kişiler fiilen farklı farklı tecrübeler yaşarlar.” diyerek dini tecrübelerin halihazırda müntesibi olunan din özelinde meydana geldiğini vurgulamıştır. Gerçekten de X dinine inanmayanların X dinine dair dini tecrübe yaşadığına şahit olunmaz. Bir Hristiyan, İsa’yı veya Meryem’i (Hristiyan konseptte) görerek dini tecrübe yaşarken, bir Hinduist bunu Vişnu’yu görerek yahut hissederek yaşar. Bir Hinduist’in İsa’yı görerek dini tecrübe yaşaması yahut bunu bir dini tecrübe olarak addetmesi (bunda bilişsel çelişkinin de etkisi olabilir) pek rastlanmayacak bir şeydir. Mutlak sevgi sahibi bir varlık kullarının hidayete erip cennete girmesini istemelidir. Ve eğer kişinin sahip olduğu inanç cennete girme noktasında bu kadar önemli ise Tanrı’nın kullarına neden bu tarz tecrübeler yaşattığı/yaşamalarına izin verdiği ve adeta onları yolundan “kendisi” saptırdığı anlaşılmaz bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dini
Dışlayıcılık ve Ateizm
Yazımın bu bölümünde Dini Çoğulculuğun -her ne kadar tanım
olarak uymasa da- ateizmi de kapsadığını savunacağım. Yukarıda bahsedildiği
üzere kişinin sahip olduğu inancın Tanrı’nın gönderdiği dinden farklı olması
durumunda cezayı hak edeceği koşullar olarak ahlaksızlıktan bahsetmiştik. Bu
bölümde ateistlerin de sahip oldukları inanç noktasında rasyonel
olabileceklerinden dolayısıyla ateist oldukları için herhangi bir cezaya -eğer
mutlak iyi bir Tanrı varsa- çarptırılmayacaklarını savunacağım. Ateistlerin,
ateist olduklarından dolayı her halükarda suç işleyecekleri iddiasına kaynaklık
teşkil edebilecek 2 durum vardır:
1-) Tanrı’yı sorgulamanın başlı başına yanlış olduğu.
2-) Ateizmin kabul edilemeyecek kadar irrasyonel olduğu ve
kişinin irrasyonel bir şeyi tercih etmesinin de epistemik açıdan erdemsizlik olduğu.
2. iddia ile başlayalım: Ateizm gerçekten kabul edilmesi
durumunda her halükarda kişinin erdemsizlik yapacağı bir inanç mıdır? Tabi ki
hayır. Bunun için burada ateistik argümanlar üzerinden bir inşaya girmeye gerek
olduğunu düşünmüyorum. Çünkü böyle bir girişim yazının kapsamını epey
genişletecektir. Kaldı ki iddiamı desteklemek için buna gerek olduğunu dahi
düşünmüyorum ancak ilgilenenler, ateizme dair 200+ argüman için bu linki
inceleyebilir. Daha
ziyade bunu göstermek için epistemolojiden yararlanacağım. Herhangi bir görüş,
çok uzun zamanlar ayakta kalmış ve görüşün dahil olduğu disipline dair uzman
kişilerce hararetle savunulması, bize söz konusu görüşün kabul edilmesi halinde
hiçbir makul durumun mümkün olamayacağı ve bundan dolayı da bu görüşü
benimseyen kişilerin epistemik bir suç işlemeye mahkum olacakları kadar
irrasyonel olmadığına dair çok güçlü gerekçeler verir. Bir başka deyişle; bu
görüşü savunanların pek tabi epistemik sorumluluklarını ihmal etmeden, sahip
oldukları görüş noktasında tamamen samimi olarak bu görüşü tercih ettikleri ve
bu noktada da suç işlemediklerine dair çok güçlü gerekçeler sağlar. Burada bir
görüşün çok uzun zamanlar boyunca ayakta kalmasının ve bu görüşün o alanda
uzman kişilerin önemli bir kısmı tarafından ciddi bir şekilde savunulmasının o
görüşü doğru yapacağını iddia etmiyorum. Bunun için önceki iki cümleyi tekrar
okuyabilirsiniz.
Fikir Birliğinin Epistemik Önemi
“Ben bir bağdaşmazcıyım ve David bir bağdaşırcı (...) David’in benim bağdaşmazcılığa dair bildiğim bütün argümanları ve özgür iradeyle ilgili diğer bütün felsefi iddiaları tamamen anladığına dair şüpheye yer bırakmayacak şekilde ikna oldum (...) Bu yüzden bu konuda onun benden daha düşük epistemik şartlarda olduğunu iddia etmek zor görünüyor (...) Ve David’in aptal olduğunu, felsefi yeteneği olmadığını veya özgür irade problemi üzerine düşünmede herhangi bir bilişsel yetersizlik altında çalıştığını söylemek epey zor. Aynı zamanda, ben bağdaşmazcılığa olan kendi kanaatimin irrasyonel olduğunu söylemeye de razı değilim. Sadece ben bağdaşmazlığı kabul etmekle David’in de bağdaşırcılığı kabul etmekle rasyonel olduğu sonucuna varabilirim. Ve böylece elimizde bir filozofun kabul ettiği önermeyi diğerinin reddettiği ve her ikisinin birden rasyonel olduğu en az bir durum var.” [5]
Yukarıda Peter Wan Inwagen’in David Lewis ile özgür irade
problemi üzerine yaptığı sohbetten çıkardığı sonucu görüyorsunuz. Peki bu sonuç
tanrı veya dinler üzerine sahip olunan kanaatlar için de geçerli olabilir mi?
Yani, -argümanımla alakalı olacak şekilde- Tanrı hakkındaki yargısında bir
Ateistin de rasyonel ve haklı olduğu bir durum var mıdır? Böyle düşünmemiz için
elimizde birtakım gerekçeler var mı? Evet. Epistemolojide epistemik failler
arası 2 durumdan bahsedebiliriz:
1-) Epistemik Akranlık
2-) Epistemik Uzmanlık
“Epistemik Akranlıkta insanlar, bir tartışma başlığında
haklı olma ihtimallerinin eşit olması halinde, o konuda “epistemik
akran” olurlar. Bunun anlamı şudur: Taraflar, doğru inançlara sahip
olmalarını sağlayan faktörler olan bilgi, zeka ve entelektüel erdemler
açısından kabaca birbirlerine denk ve eşittirler.” [6] (Yukarıdaki alıntı bu
türe örnektir.)
Epistemik Uzmanlıkta ise kişilerden en az birinde
epistemik bir avantaj bulunur. Bu avantaj da bilgi, zeka ve entelektüel
erdemler açısından epistemik faillerin farkını içerir. (Örneğin benim
yarın havanın nasıl olacağına dair yargımın epistemik derecesi ile bir meteoroloğun
bu noktadaki yargısının epistemik derecesi arasında ciddi farklar vardır.)
Genelde bu alandaki tartışma konusu Epistemik Akranlık veya
Epistemik Uzmanlık durumunda anlaşmazlığın yahut fikir birliğinin sahip
olacağımız inanca etkisinin ne olması gerektiği şeklindedir. Bir örnek olarak
Felipe Miguel “İstisnai Teist Filozoflar ile Fikir Birliğinin Epistemik Önemi”
(The Epistemic Significance of Agreement with Exceptional Theistic
Philosophers) adlı makalesinde çoğunluğu ateistlerden oluşan çağdaş filozoflara
“tüm zamanların en büyük filozofları kimdir?” sorusunu içeren ankete verilen
cevaplardan oluşan listedeki isimlerin (Sokrates, Platon, Aristoteles, Aquinas,
Descartes, Locke, Leibniz, Hume, Kant, Wittgenstein) çoğunun Tanrı
hakkındaki kanaatlerinin teistik yahut teizme yakın olmasının; geri kalanının
ise belirsiz, en azından açıkça ateistik olmamasının (Hume, Wittgenstein) teizm
lehine delil sağladığını savunmuştur. (Bu noktada Miguel’in ateist olmanın
tarihsel açıdan imkanı gibi önemli bir unsuru görmezden geldiği için
argümanının başarısız olduğunu düşünüyorum.) Ancak bunun argümanım
açısından pek bir önemi yok çünkü ben uzman fikir birliğinin belli bir dünya
görüşünün doğruluğuna/yanlışlığına yahut sahip olduğumuz inanca dair
güvenimizin/güvensizliğimiz lehine delil olmasını değil de uzmanların
çoğunluğunun olmasa dahi göz ardı edilemeyecek bir bölümünün sahip olduğu
kanaatin o kanaati rasyonel kılacağı yahut bu inancı benimseyen en az
bir bireyin epistemik açıdan masum olduğu/olacağı gibi oldukça minimal
bir iddiayı savunacağım. Demem o ki kişilerin epistemik statüleri, fikir
birliği veya çokluğu oluşturacak şekilde söz konusu grup tarafından benimsenen
görüşün epistemik değerini belirlemede söz hakkına sahiptir.
Filozoflar Neye İnanır?
2013 PhilPapers anket sonuçlarında “ateizm %72,8; teizm
%14.6; diğer %12.6” gibi bir sonuç ortaya çıkmıştır. 2020 PhilPapers anket
sonuçlarında ise “ateizm %66,9; teizm %18.9; diğer %14.0” gibi bir
sonuç ortaya çıkmıştır. [7] Bu verilerin ne kadar sağlam olduğu anketin veri
olarak kullanım amacına göre tartışmaya açıktır. Nitekim bu anket çok farklı
alanlardaki filozofların kendi inancını belirttiği bir ankettir. Öte yandan din
felsefesindeki filozoflar özelinde gerçekleştirilen ankete göre teizm oranı
daha yüksek çıkmaktadır. Ve biz her 3 sonucuna göre bir tür “seçim önyargısı”
olabileceğini söyleyebiliriz. Yani halihazırda Tanrı’ya inanan filozofların din
felsefesi çalışmayı tercih etmeye eğilimli olacağını tahmin edebiliriz ve bunun
için “tebliğ” gibi bir amaçlarının da olması muhtemeldir. Ancak durum ne olursa
olsun bu oranların birbirlerine en azından yakınsadığı söylenebilir. “Eğer
felsefenin hakikate yakınsama eğilimi varsa, o zaman filozofların görüşleri
felsefi görüşlerin hakikati hakkında bazı rehberlikler sağlayabilir.” [8] (David Bourget, David Chalmers)
Bilim Adamları Neye İnanır?
2009 yılında Pew Araştırma Merkezi tarafından bilim
insanları arasında yapılan bir araştırmaya göre, bilim insanlarının %33’ü
kutsal kitapların Tanrısına inanmaktadır (yani teisttir). Yine bilim
insanlarının %18’i, kutsal kitaplara inanmasalar da bir yaratıcıya
inanmaktadırlar (yani deisttirler). [9] Bu veriden görülebileceği
üzere, bilim insanları arasında “inançlı olma” oranı %51
dolaylarındadır. Hedef aldığımız Tanrı teizmin Tanrı’sı olduğu için
bilim adamları arasındaki inanç oranı (%33 teist, %49 ateist) şeklindedir.
Her iki anketten de görüleceği üzere bizim belli bir hipotezin -burada Tanrı-
doğruluğuna dair yararlanacağımız 2 yöntem olan felsefe ve bilimin uzmanları
arasında her iki görüşe de sahip azımsanmayacak bir kesim vardır. Argümanımıza
dönersek; her iki anketteki “ateizm” oranlarına baktığımızda ateizmin doğru
olmasa bile rasyonel bir pozisyon olduğunu, en azından kabul edilmesi halinde
bir tür erdemsizliği ortaya çıkaracak ölçüde irrasyonel olmadığını, daha da
minimal bir iddia olarak bu oranlara dahil olan bütün ateistlerin epistemik bir
erdemsizliğe düşeceği kadar irrasyonel olmadığını kabul etmek gerekmez mi? Daha
net konuşmak gerekirse çağdaş birçok teist filozofun da takdirini toplamış ve
fikirleri titizlikle değerlendirilmiş Graham Oppy, Paul Draper, Willam Rowe,
J.L. Schellenberg ve Sean Carroll gibi çok sayıda filozof ve bilim adamlarının
tek birinin dahi rasyonel olabileceğini düşünmemiz gerekmez mi? Bu sonuçlardan
en az birini kabul etmek dahi argümanım için yeterli. Zira tek bir bireyin dahi
bu noktada rasyonel olabileceğini kabul etmek, argümanımın başarılı
olması için yeterli. Çünkü bu noktada Ateizmin, inanılması durumunda suç teşkil
etmediği en az 1 (bence sayısız) durum vardır ve muhtemelen var
olmaya devam edecektir. Ve böyle bir iddiayı reddedecek kişiler için böylesi
(benimsenmesi durumunda her türlü epistemik bir erdemsizliğe düşülecek,
tek bir insanın dahi rasyonel olamayacağı) irrasyonel bir görüşün neden bunca
-konuyla alakalı alanlardaki- uzman kişiler tarafından benimsendiği hatta
savunulduğu, bunu göstermek için delil yükümlülüğünü onların kucağına
bırakmaktadır.
Gelelim 1. iddiaya: Tanrı’yı sorgulamak yanlış mıdır?
Hayır. Zira böyle bir iddia çeşitli ve çok sayıda dinin
varlığı söz konusu olduğunda çökecektir. Farklı dinlerin farklı tanrı
tasavvurları olduğu göz önünde bulundurulduğunda biz her dinin inançlı
bireylerinin kendi tanrıları için bunu söyleme (Tanrı’ya inanmanın yanlış
olduğunu) hakları olduğunu tahmin edebiliriz ve bu durumda kişinin hakikate
ulaşması sadece coğrafi şansına, doğduğu coğrafyadaki hakim dine bağlı
olacaktır. Ancak eğer tek bir doğru din varsa bu dinlerden bir tanesi hariç
hepsi yanlış olacaktır, o halde Tanrı’nın sorgulanmasının yanlış olduğunu iddia
etmek her bir dinin inananını ayrı ayrı o dine mahkum etmeyi gerektireceği için
kişilerin hakikati bulma şansı, hatta dini dışlayıcılığa göre cennete gitmesi
engellenmiş olur.
Şimdi ise kişinin ateist olması durumunda neler olacağına
göz atalım:
İlk bölümde tercih sorununu psikolojik yönden, ikinci bölümde
daha rasyonel temele dayanan bir yönden (öyle sanıyorum ki dini tecrübeler bir
inançlıyı inancı konusunda rasyonel ve haklı kılabilir) ele aldık. Bir önceki
bölümde de, ateistlerin de rasyonel olabileceğini gösterdiğimize göre bir
ateistin, inancında rasyonel olabileceği yolları ele alalım ve bu inanca karşı
Tanrı’nın vereceği yanıtı değerlendirelim.
Ateizmi rasyonel hale getiren unsurların, teizmi rasyonel
hale getiren unsurlardan pek de farklı olmadığını düşünüyorum. Bir ateist de
belli tecrübeler sonucu (çektiği acılar, duaların kabul olmaması vs.) ve/veya
Tanrı’nın varlığına/yokluğuna dair delilleri değerlendirmesi sonucu rasyonel ve
inancında haklı olabilir bir teist de. Ancak bir ateist de kendisine doğru
gelen pozisyonu kolay kolay reddedemez ve reddetmemelidir de.
Neden reddedemez? Bunun iki nedeni var:
1-) Delilsel Tercih Sorunu
“Kişisel açıdan bakacak olursam dinden çıktığım ilk zamanlar
dine bağlı kalma isteğim vardı. Dini inançlar bana teselli veriyordu. Fakat
dinde kalmayı ne kadar istesem de bunu beceremedim, bir nevi bu görüşü
barındırmak benim tercihimde olan bir şey değil, aklımın zorlamasıydı.” [10]
Yukarıda Tanrı’nın var olmadığına delillere dayanarak kanaat
getirmiş bir kişinin tercih sorununu görüyorsunuz. Bir birey belli bir inancın
o inancın teorik ve pratik sonuçlarının (BÇT’deki gibi) yanı sıra söz konusu
inancın yine teorik ve pratik sebeplerinden dolayı da fikrini değiştirmekte
fazla özgür değildir. Nitekim lehte ve aleyhteki delilleri değerlendirip
ve/veya bizzat yaşadığı acılara (tecrübelere) dayanıp antinatalist olmuş bir
bireyi ele alalım. Biz bu bireye natalist olmasını söylersek hatta antinatalist
olmaya devam etmesi durumunda (diğer deliller devre dışı bırakıldığında)
kendisini cehenneme gönderecek bir Tanrı’nın olduğunu söylersek bu kişinin söz
konusu kanaatini değiştirmesini bekleyebilir miyiz? Hayır. Her ne kadar artık
natalist olduğunu söylese de zihinsel olarak buna kanaat getirmediğinden dolayı
bu birey antinatalist olmaya devam edecektir nitekim kendisine söz konusu
inancından vazgeçmesi için yeterli bir gerekçe verilmemiştir. Benzer şekilde
bir ateist de bizzat kendisine inanmayanı cehenneme gönderecek bir Tanrı’yı, belki
de tam da bu sebeple reddetmiştir. Örneğin, benim bu yazımın dolaylı
bir sonucu Dini Dışlayıcı bir Tanrı’nın var olmadığı şeklindedir. Bu durumda
zaten bu Tanrı’nın var olmaması, okuyucularımın argümanımla böyle bir Tanrı’yı
reddetmesini makul (rasyonel) kılıp, onları tam da argümanımın 3. öncülünün
öznesi haline getirirken bu Tanrı’nın onları cehenneme göndereceğinin
söylenmesi, zaten bu sebeple bu Tanrı reddedildiği için bir ateistin
fikrini değiştirmesi noktasında hiçbir gerekçe sağlamadığı gibi argümanımın da
başarılı olması için kabul edilmesi gereken şeydir. Kısacası bu noktada göstermek
istediğim şey, herhangi bir felsefi/dini görüş bize makul geliyorsa o görüşe
dair salt önermesel bir kabul içinde olmayız. Daha ziyade o görüşe dair
zihnimizi de kuşatacak bir sezgi geliştiririz ve bu sezginin kaybolması büyük
ölçüde doğru olduğuna inandığımız felsefi/dini görüş hakkındaki argümanların
yanlış olduğuna kanaat getirmemize bağlıdır. Bu olmadıkça o görüş kişinin
zihninin bir köşesinde doğru olmaya devam edecektir.
2-) Bilişsel Çelişki Teorisi
Bunun ateistik versiyonundan ilk bölümde, itiraza 1. cevap
kısmında zaten bahsedildiği için burada daha fazla değinmeyeceğim. Ancak şunu
söyleyebilirim ki kişi her ne kadar rasyonel olursa olsun; ateistik dünya
görüşünde birtakım psikolojik, varoluşsal ve entelektüel çelişkiler yaşadığında
bilişsel çelişki yaşayabilir ve hem lehte hem aleyhteki argümanları
değerlendirirken -her ne kadar bunun için uğraşsa da- objektif olamayabilir ve
haliyle inancında ufak bir direniş gerçekleşir. Neden reddetmemelidir? Bunun
nedenini bunun aksini iddia eden görüşü ele alarak daha iyi anlayabileceğimizi
umuyorum.
Yanlış Anlaşılan Pascal Bahsi
YAPB kısaca Tanrı’ya inanmamız durumunda Tanrı yoksa
kazanacak ve kaybedecek bir şeyimiz olmadığını fakat varsa yine kaybedecek bir
şeyimiz olmadığı gibi kazanacağımız bir cennetin olacağını ve bu durumda
inanmamızın makul olduğunu iddia eder. Bu bahsi “yanlış anlaşılan” olarak
adlandırmamın sebebi Pascal bu yaklaşımı farklı bir amaca hizmet etmesi için
çok dar bir kapsamla sınırlandırıyor. Yani Pascal bu argümanı Tanrı’nın varlığı
yokluğuna dair belli bir kanaati olanlar için değil, inancı noktasında şüpheye
düşmüş olanları inançta tutmak (imanlarını artırmak) yahut Tanrı’nın var olma
ihtimali kendilerine açık bir seçenek olarak duran zayıf agnostiklere pragmatik
gerekçelerle teizme yaklaşmalarını sağlamaktır.
YAPB ise argümanın kapsamını ateistlere kadar genişletir.
Yani Tanrı’ya inanmayan birisinin dahi pragmatik gerekçelerle Tanrı’ya inanması
gerektiğini söyler. Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını tercih sorununda
gördük. Ancak bir an bunun mümkün hatta kolay bir şey olduğunu varsayalım, bu
durumda Tanrı’ya veya belli bir dine inanmak makul müdür? Asla. Çünkü tam da bu
durumda kişi, Tanrı’ya karşı bir suç işlemiştir nitekim “Scriven’e göre, Pascal’ın
sunduğu bu tablo, Tanrı’yı kandırmaya yönelik bir girişimdir. Eğer inançlarımız
için sahip olduğumuz nedenler, belli pragmatik kazanımlardan başka bir şey
değilse Tanrı, kendisine olan bağlılığımızın erdeme dayanmadığını ve
ödüllendirilmeyi amaçladığını görecektir. Bu tarz bir ikiyüzlülük, Tanrı’nın
-pragmatik iman sahiplerini- ödüllendirmesinden ziyade cezalandırmasını gerektirir.
Mackie de benzer şekilde, Pascal’ın koyduğu Tanrı anlayışının, Tanrı’yı “kandırılmaya
müsait” ve “kişilerin kendi çıkarları için inandığını bildiği halde bundan
kibir duyan” bir hükümdar gibi resmettiğini savunur.” [11] Yani yazı boyunca (rasyonalite)
Tanrı’ya/dine karşı farklı kanaatlere sahip bireylerin kendi inançları
noktasında rasyonel olabileceğini gördükten sonra şunu söyleyebiliriz:
(1) Kişi X’in kendisine X olarak göründüğünü Tanrı’nın
ya
(a) bildiğini
ya da
(b) bilmediğini kabul etmek zorundadır.
(2) (a) ise kişi Tanrı’nın “X” in kendisine öyle gördüğünü
bilmediğini varsayarak “Y” ye dair bahse girer.
(3) (b) ise Tanrı’nın öyle olduğunu bilmesine rağmen onu
mükafatlandıracağına dair bahis yapar.
(4) (2) durumunda kişi Tanrı’ya yalan söylemiş olur.
(5) (3) durumunda kişi Tanrı’yı ahlaki olarak noksanlık
nispet etmiş olur.
(6) Kişi her iki durumda da (4)-(5) Tanrı’ya karşı suç
işlemiş olur.
(7) Tanrı’ya karşı suç işlememeliyiz.
dolayısıyla
(8) Bahis yapmamalıyız.
Eğer kendisine sevgi besliyor olmamız halinde bize ilerleyen hayatımızda yardımcı olacak bir kişiyi bizim onu sevip sevmediğimizi bilmemesine rağmen ondan faydalanmak için onu sevdiğimizi söylersek o kişiye yalan söyleyerek ona karşı suç işlemiş oluruz. Yine, bu sefer kendisini sevmediğimizi bilen bir kişiye ondan yararlanmak için onu sevdiğimizi söyleyip onun bu beyanımızı kabul edeceğini varsayarsak da (YAPB gibi) o kişinin -böyle bir beyanı kabul eden bir kişinin olacağını bekleyeceğimiz şekilde makyavelist ve kibirli, övülmeyi bekleyen bir kişi olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. YAPB; Tanrı kişilerin, kendilerine belli bir görüşün (X) doğru gelmesine rağmen onların kendilerine doğru gelen görüşü terk edip Tanrı’nın hoşuna gidecek (!) görüşü tercih etmeleri durumunda Tanrı’nın onların imanını kabul edeceğini varsayar. Ve biz bir bireyin Tanrı’nın (X) e dair bilgisi karşısında 2 seçeneği olduğunu söyleyebiliriz. Ya Tanrı’nın onu bilmediğini düşünür ya da bildiğini. Eğer ilki doğruysa ve kişi bahis yaparsa bu durumda kişi Tanrı’yı, O’na aslında bilmediği bir konuda yanlış bilgi vererek yalan söylemiş olur. Tanrı’nın kişinin X’e dair kanaatini bilmesine rağmen O’na Y’ye inandığımızı söyleyip onun bunu kabul edeceğinizi varsaydığımızda da Tanrı’nın makyavelist ve kibirli, övülmeyi bekleyen erdemli olmayan bir kişi olduğunu kabul ederek suç işlemiş oluruz. Ve bir kişi eğer kendi çıkarını düşünüyorsa Tanrı’ya yalan söyleyip suç işlemektense ona karşı dürüst olarak suç işlememeliyiz. Bu durumda YAPB tam da Tanrı’ya/dinine inanmamayı gerektirir. Dolayısıyla eğer adaletli bir Tanrı varsa, onun adaletine O’na karşı suç işleyerek sahip olduğumuz inancı reddetmemeliyiz.
Sonuç
Gerek insanın zihinsel yapısının, gerekse yaşanılan birtakım tecrübe ve hakikat yolunda değerlendirilen delillerin hem hangi dinin doğru olduğu noktasında hem de Tanrı’nın var olup olmadığı noktasında farklı görüşte olan kişilerin, Tanrı’nın akılla değerlendirilmesinin yanlış olmadığını da göstererek, aynı anda masum ve/veya rasyonel olabileceğini ve 2. öncülün (Tanrı’ya ve/veya dinine inanmamak -başlı başına- bir suç değildir) geçerli olduğunu gösterdiğimi düşünüyorum. O halde ya adaletli ve sevgi dolu bir Tanrı’nın var olması durumunda dini dışlayıcılık yanlıştır ya da dini dışlayıcılığın doğru olması durumunda adaletli bir Tanrı yoktur. Ben şahsen bu konuda vahye gereken özenin gösterilmediğini düşünüyorum. Nitekim Alvin Plantinga’nın da dediği gibi: “Kutsal Kitap öğretisini anlayışımız ya da kavrayışımızı Kutsal Kitap öğretisi ile özdeşleştiremeyiz; bu yüzden, Kutsal Kitap öğretisi olarak gördüğümüz şey ile başka bir yolla öğrenmiş gibi gözüktüğümüz şey arasındaki çatışma her zaman ilki lehine çözüme kavuşturulmalıdır diyerek, gözü kapalı bir biçimde hemen hükümde bulunamayız. Maalesef, Kutsal Kitap’ın öğrettiği şeyleri kavrayışımızın her hususta doğru olacağının bir garantisi yok; bu yüzden, Kutsal Kitap öğretisini kavrayışımızın başka bir yolla öğrendiğimiz şey vasıtasıyla -örneğin bilim aracılığıyla- düzeltilmesi veya geliştirilmesi mümkündür.” Ben de bu noktada kurtuluşu tek bir dini pozisyona indirgemenin doğuracağı problemleri göstererek vahye dair daha çoğulcu bir bakış açısına kapı aralamaya çalıştım.
---------------------------------------------
Kaynaklar:
[1] Yücel, E , Çi̇zel, B . “Bilişsel Uyumsuzluk Teorisi
Üzerine Kavramsal Bir İnceleme: Satın Alma Perspektifi” Journal of Yaşar
University 13 (2018 ) s. 150–163
[2] Melvin, J. (2010), Cognitive Dissonance and Its Effects
on Religious Beliefs, s. 15
[3] Peterson, Michael ve William Hasker, Akıl ve İnanç: Din
Felsefesine Giriş (trc. Rahim Acar), İstanbul: Küre Yayınları, 2006, s. 61.
[4] Peterson, Michael ve William Hasker, Akıl ve İnanç: Din
Felsefesine Giriş (trc. Rahim Acar), İstanbul: Küre Yayınları, 2006, s. 92.
[5] Miguel, Felipe (2020). The Epistemic Significance of
Agreement with Exceptional Theistic Philosophers. Faith and Philosophy 37 (4)
s. 451-474.
[6] Miguel, Felipe (2020). The Epistemic Significance of
Agreement with Exceptional Theistic Philosophers. Faith and Philosophy 37 (4)
s. 452-453.
[9] https://evrimagaci.org/bilim-ve-ateizm-bilim-insanlarinin-cogu-ateist-mi-5339
[10] Mirioğlu, M, Tanrının Alfabesi, Kaynak
Yayınları, 2015, s. 110.
[11] Aslantatar N, Agnostisizm Tanrı’nın Bilinemezliği Sorunu, Elis Yayınları, 2023, s. 245
---------------------------------------------
Yorumlar
Yorum Gönder