Mütareke Yılları



Mütareke yılları Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından geldiği için öncelikle savaşın irdelenmesini gerektiren bir dönemdir. Savaşa dahil oluşumuzun mecburiyeti, giriş şeklimiz, yer aldığımız taraf ve savaş esnasında aldığımız aksiyonların hepsi sorgulanmalı ve şu soru sorulmalıdır: Kaybettiğimiz canlar ve topraklar vatanın müdafaası için zaruri miydi? Birinci Dünya Savaşı’nın Türkiye açısından nesnel sonuçlarının kısaca özetlenmesi gerekirse: Türkler savaşta saldırgan tarafta yer almış, savaşın sonuna kadar direnmesine rağmen insan gücü eksiği çekmiş, tarihin en büyük askeri hezimetlerinden birine uğramış ve dağılmıştır. Buna ilaveten sivil ve asker olmak üzere yaklaşık üç milyon insanını kaybetmiş ve yarım milyon kadar da asker firarisi vermiştir.

Bize bugüne kadar hep “savaş Türk’ün düğünüdür”, “her Türk asker doğar”, “dönmez geri, Türk’ün askeri” diye öğretilmiştir ancak Osmanlı ordusunda görev alan Alman subay Von Bronsart, 1917 tarihli bir raporunda ordumuzdaki firarın aşırılığını şöyle vurgulamıştır: “Bir tümenin uzaktaki bir sınır bölgesine gönderilmesi, doğrudan kaybedilmiş bir meydan muharebesine denk idi. Zira erlerin yüzde yüzüne yakını kaçıp gidiyordu.” [1] Askerlerimizle empati yapmak zor değildir: Balkanlar, Trablusgarp, iç ayaklanmalar derken bunların üstüne bir de Dünya Savaşı gelmiş, kendilerini bir hengamenin ortasında bulmuşlardır. Haklı, gerekli ve zaruri bir savaşta olduklarına dair keskin bir inanca ve motivasyona sahip değillerdir. Üstelik beslenme giyinme gibi temel ihtiyaçları bile tam anlamıyla karşılanamamıştır. [2] Tifo, tifüs gibi salgın hastalıklar da oldukça yaygındır. Hal böyleyken, savaş da iyiye gitmeyince büyük bir kısmı can havliyle firar etmiştir.

Fakat firariler sadece kaçmakla yetinmemiş köylerde eşkıyalık yapmaya başlamışlardır. Savunmasız köylülerin paralarını, eşyalarını gasp etmişler, çocuk kaçırmışlardır. Bunun yanı sıra masum sivilleri de öldürmüşlerdir. Bir köylü, gelenin gideni arattığını trajikomik bir biçimde şöyle aktarmaktadır: “Evvelki eşkıya gelir, kimin parası varsa alır gider, adam öldürmezlerdi. Bugünkü töresizler var yok tanımazlar. Hem para alırlar hem de bilâ-sebep öldürürler.” [3] Miralay Şükrü Naili Bey ise 5. Ordu Komutanlığına gönderdiği yazıda durumu şöyle özetlemektedir: “Soyulmadık bir köy kalmamıştı. Beş-on koyun sahibi kimseler dahi bu mezalimden bezmişler, can kaygısına düşmüşlerdi.” [4] Türklere bunları yapan eşkıyalar, bağımsızlık isteyen/istemeyen gayrimüslimlere acır mı, elbette acımadılar. Topal Osman [5], Çerkes Ethem, Kara Kemal, Giritli Şevki (1926’da Atatürk’e suikast girişiminde bulunacak), İpsiz Recep, Dayı Mesut gibilerinin isimleri Ermeni ve Rumlara yapılan katliamlarla ün salmış, yörede işlenmedik suç bırakmamışlardır. Ermeni ve Rum mallarını yağmalayıp canlarını almışlardır. Ermeniler Müslümanlara göre ağır vergi ödediklerinden gelenek itibariyle bir ekonomik faaliyet içerisinde bulunmuşlardır. Ülkenin müşaviri, tercümanı, baş mimarı hep bu azınlıklardan çıkmıştır. Yani ilk soyulabilecek pozisyondaki kişiler olarak görülmüşlerdir. Atatürk de, mütareke yıllarından hemen sonra “Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur.” [6] diyecektir. Fakat 11 yıl yaşadığı Çankaya Köşkü’nün dahi ilk sahibi bir Ermeni’dir. 

--------------------------------

1915’te Ermeni tehciri meselesi yaşanmıştır. Tehcirdir, soykırımdır, doğrudur-yanlıştır gibi konulara girmeden sayılardaki azalmaya bakacak olursak: 1905’te Osmanlı resmi nüfus sayımına göre Anadolu’da 1.600.000 dolayında Rum ve 1.100.000 civarında Ermeni barınmaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında ise 100.000 kadar Rum ve 60.000 kadar da Ermeni kalmıştır. [7] Bu yıllarda yaşanan yağmalarla köşeyi dönenlerin çoğu, yukarıda adı geçen isimler gibi İttihat ve Terakki rejimine yakınlığıyla bilinmektedir. Tehcir ve katliam olaylarında rol oynamış kişilerdir. Bu kişiler yağmacılıktan yolunu bulmuştur. Barış antlaşması cazip olsa dahi destekçisi olmaları mümkün müdür? Hem servetlerini savunmak hem de kendilerini muhtemel suçlamalardan korumak için büyük bir çaba içine girmişlerdir. Kaostan beslenmek için ellerinden geleni yapmışlardır.

Önde gelen Kemalistlerden Falih Rıfkı Atay, meşhur Çankaya kitabında durumu şöyle ifade etmektedir: “Savaş bittiğinde İngilizler, İttihatçılardan, Ermeni öldürüşçülüğünün hesaplarını sorma yoluna gitti. Ne kadar çekinen eşkıya varsa silahlanıp bir çeteye katıldı.” Yani bu eşkıyaların tek kurtuluşu “Kurtuluş Savaşı” olmuştur. Fakat bazıları savaş yanlısı olmasına rağmen paçayı kurtaramadılar. İngilizler gözdağı vermek için bazı İttihatçıları ve birkaç savaş suçlusu eşkıyayı infaz etmiştir zira eşkıyaların motivasyon kaynağının İttihatçılar olduğu düşünmekteydiler. Rum ve Ermeniler de sütten çıkmış ak kaşık değildi. Birçok Müslümana zulmedip katletmişlerdir. Özellikle Ermeniler, Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin başına bela olmuştur. Ruslardan aldıkları bağımsızlık sözüne güvenerek Türkiye’ye karşı cephe almışlardır. O dönemde etnik ve siyasi katliamlar ağırlıkta olduğundan Osmanlı Hükümeti savaş esnasında haklı bir gerekçeyle “savaş esnasında bunlarla uğraşamayız, tehcir edelim” demiştir. Kimisi Suriye’ye sürülmüş ve savaş ortasında can vermiştir. Kimisi Amerika’ya tehcir etmiştir. Sonuç olarak birtakım karşılıklı kepazelikler yaşanmıştır.

Toparlamak gerekirse: Birinci Dünya Savaşı kaybedilmiştir ve firariler, eşkıyalar köylerde fink atmaktadır. Bu firariler kafalarına göre adam kesmekte, tecavüz etmekte ve dağa adam kaçırmaktadırlar. Hükümet hem Müslüman eşkıya çeteleriyle hem de siyasi amaçlarla olay çıkaran Rum ve Ermeni çeteleriyle baş etmeye çalışmaktadır. Toplumun çoğu tarımdan geçindiği için halk iyice fakirleşmiştir. Anadolu’nun birçok yerine anarşi ve kaos ortamı hakimdir. Havran Kuvayı Milliye heyetinde yer alan Hatipoğlu Fevzi Bey durumu şu şekilde özetlemektedir: “Asayiş yok, inzibat yok, şekavet son haddinde. Balıkesir’den Edremit’e, Edremit’ten Ayvalık’a gidip gelmek çok tehlikeli ve soyulmak muhakkak. Hükümet var, otoritesi yok. Aciz ve meskenet içinde. Halk şaşırmış bir durumda. Maziye bakıyor titriyor, geleceğe bakıyor ürküyor.” [8]

--------------------------------

30 Ekim 1918’de savaş resmen bitmiş, İtilaf Devletleriyle Mondros Mütarekesi imzalanmıştır. Tabii anlaşmanın hükümleri ağırdır. Mesela 7’nci maddeye göre müttefikler, kendi güvenliklerini tehdit edecek bir durum ortaya çıkarsa herhangi bir stratejik noktayı işgal edebilecektir. İç güvenliğin yerlerde süründüğü memlekette asayiş berkemal kılmak hiç de kolay değildir. Üstelik 7’nci maddeyi fırsat bilen emperyal kuklaları hepten azıtmıştır. Kaostan özgürlük çıkarma ümidine girmişlerdir. Mütareke imzalandıktan hemen sonra, hükümetin asayişe dair endişelerini haklı çıkaracak birçok eşkıyalık olayı gerçekleşmiştir. [9] Hükümet iç güvenlik sağlanmazsa 7’nci maddenin uygulanmasından dolayı telaşlanmaktadır. Fakat bunu önleyebilecek gücü yoktur. Çünkü kırsalın güvenliğini sağlayan jandarmanın üçte ikisi, Birinci Dünya Savaşı başladıktan sonra ordu emrine verilmiştir. [10] Savaş sona erdiğinde ise mevcut jandarmaların sayısı asayişi sağlamaktan çok uzak kalmıştır. Sayıları 20.000’e kadar düşmüştür. [11] Hükümetin aklına gelen tek bir çözüm yöntemi vardır: Genel af çıkartmak.

Asayişsizliğe engel olamayan hükümet, eşkıya ile mücadelede geleneksel yollardan birine başvurarak af mekanizmasını işletmeye karar vermiştir. Amaç, dağdaki firarileri ve çeteleri düzlüğe indirmektir. Tabii her açıdan siyasallaşmış Rum çetelerinin teslim olması mümkün değildir. Bu nedenle hedef kitle bizim eşkıyalar olmuştur. Hükümet, firarilerin affedilmesine dair bir kararname yayınlamıştır. [12] Bunun üzerine gazeteler, asker kaçaklarını teslim olmaya ikna etmek için yayın yapmaya başlamışlardır. Örneğin Köylü Gazetesi firari askerlere seslenerek: “Tekrar askere gitmek yok, niçin kaçtın diye hapse girmek, kurşuna dizilmek yok. Şehirde, köyde, dağda, bayırda her nerede kaçak varsa artık kanun takibinden korkmayarak meydana çıkabilir ve serbest iş ve güçleriyle meşgul olabilir.” [13] demiştir. Fakat kargaşa bir türlü dinmemiş ve 7’nci madde bahane edilerek Osmanlı işgal edilmiştir. 1918 yılı sonuna kadar İngiltere; Musul, Batum ve Antep’i işgal ederken, Fransa; İskenderun, Mersin ve Adana’yı ele geçirmiştir. Bu arada İzmir’in Yunanistan’a verileceği söylentileri iyiden iyiye ayyuka çıkmıştır. İtilaf Devletleri bu şehirlerin paylaşımını henüz savaş esnasında planlamıştır. Aralarında yaptıkları gizli anlaşmalara göre Osmanlı topraklarını işgal etmeye başlamışlardır. Peki bu gizli anlaşmalar da neyin nesidir? Kimler, ne zaman, hangi konuda anlaşmışlardır? Madem çok gizliydi nasıl açığa çıkmıştır ve neden hükümsüzdür?

Bu gizli anlaşma literatürde Sykes-Picot antlaşması diye geçmektedir. Oluşum süreci aşağı yukarı şöyledir: 1915’te İngiltere ve Fransa, Alman cephesinde zorlanmış, Rusya’dan, bütün gücüyle Doğu cephesindeki Almanlara saldırmasını istemiştir. Ruslar bunun karşılığında boğazları talep etmiştir, İngilizler de kabul etmiştir. Osmanlı’nın petrol zengini Arap devletleri de İngiltere ve Fransa arasında pay edilmiştir. Bizim yaşadığımız Küçük Asya ise eşantiyon olarak üç müttefik arasında nüfuz bölgesi olarak paylaştırılmıştır. Yani bu bölgelerin idareleri onlarda olacaktır, kafalarındaki plan budur. Fakat İngiltere petrolün çoğunu kapınca Fransa çemkirmeye başlamış, Adana ve Maraş sancağından oluşan Kilikya’yı istemişlerdir. Tabii bu sefer de Ruslar rahatsız olmuştur. Sebebi basit: Ruslar yıllardır Ermenilere yatırım yapmış; para ve silahla beslemişlerdir. Bu nedenle Kilikya’nın da Ermenistan’a ait olduğu teziyle hak talep etmişlerdir. Bu kez de Yan-Erzurum-Trabzon Rusya’ya vaat edilmiştir. Ruslar Kuzeydoğu Anadolu’da kendilerine ait bir Ermenistan tahayyül ediyorlardı. Rusya’nın Ermeni kartını oynaması için son derece mantıklı bir nedeni vardı zira Ruslar Ermenistan vasıtasıyla Akdeniz’e inmek istiyorlardı. Zamanında İngilizler bundan çekindiğinden Ermenilerin, Ruslara yaklaşmaması için Osmanlı Devleti’ni zorla modernize etmeye çalışmış, Tanzimat ile gelen ittihad-ı anasır anlayışını geliştirmek istemişlerdir. Dinlerine, dillerine bakılmaksızın bir Osmanlı vatandaşlığı yaratılmaya çalışılmıştır. Hedef, Ermenilerin istikrarsızlık unsuru olmasının önüne geçmektir.

Paylaşılma meselesinde bir de İtalya faktörü vardır. Fakat savaşa sonradan dahil oldukları için pek umursanmamışlardır. İtalya, Kilikya’nın Fransa’ya verilmesini istememiştir. Bunun üzerine İngilizler, İtalya’ya bir güzellik yapıp İzmir limanı dahil Anadolu’nun bütün Güneybatısını İtalyanlara teklif etmiştir. [14] Ancak Rusya onaylamadığı için bu anlaşma hukuken geçersiz kalmıştır. İngiltere ise tarihte Anadolu üzerinde kendi namına hiçbir toprak talebinde bulunmamıştır. Zaten savaştan sonra da Anadolu’dan bir pay istemediklerini ısrarla vurgulamışlardır, İngilizlerin isteği petroldür. Bir de Hindistan yolu açısından önem taşıyan Hicaz ve Mısır’ı istemişlerdir.

Paylaşımlar yapılmış ve kimin nereleri alacağı az çok belliyken 1917’de Rusya’da Ekim Devrimi gerçekleşmiştir. Çarlık Rusya’sı devrilmiş ve yerini Bolşeviklere bırakmıştır. Rusya savaştan çekilmiştir. Bolşevik Hükümeti’nin ilk işi savaş sırasında imzalanmış gizli anlaşmaları yayınlamak olmuştur. Troçki, anlaşmanın bir kopyasını İzvestiya gazetesinde yayınlamış ve dünya kamuoyu, Osmanlı’ya ilişkin gizli paylaşımları resmen öğrenmiştir. [15] Ayrıca Rusya, anlaşmalardan doğan haklarından feragat ettiğini açıklamıştır. Böylece Rusya’nın denklemden çekilmesiyle paylaşım projesi de ortadan kalkmıştır. Pazarlığın yeniden yapılması gerektiğinden İtilaf Devletleri kendi başının çaresine bakmaya koyulmuştur, güce yeten yettiğine.

Peki boğazları Ruslara bırakmamak için yüz yılda üç kez dünya savaşını göze alan İngiltere, vaatlerinde ne kadar samimiydi? Bolşevikler devrim yapmasa, dünyanın anahtar saydığı boğazları Rusya’ya hibe edecekler miydi? Doğu Anadolu’nun Fransa, Rusya ve İtalya arasında paylaşılmasına razı mıydı? Yoksa savaş sırasında, mecburiyet altında verilmiş sözler savaştan sonra unutulup gidecek miydi? Bolşevik devrimi bu soruların kesin cevabını bilmemizi engellemiştir. Fakat şu bir gerçektir ki: Beş büyük devletten birinin aşırı güçlenmesi istenmemiştir. Yıllardır dilimize pelesenk olan jeopolitik konumumuzun önemi buradan ileri gelmektedir. Büyük devletlerden herhangi birinin Osmanlı’yı ele geçirmesi, diğerlerine karşı kesin bir üstünlük elde etmesini ve Avrupa’ya hakim olmasını sağlayacağından hiçbir Avrupa devletinin bunu yapmasına izin verilmemiştir. Bu beş büyük devletten biri buna teşebbüs ederse ötekiler birleşip bu devleti durduracaklardır: Nitekim Kırım Harbi’nde olan budur.

Kırım Harbi’nde 100.000’in üzerinde İngiliz ve Fransız eri bizimle aynı safta Ruslara karşı savaşarak can vermiştir. Osmanlı’yı reformlarla kalkındırıp azınlıklara haklar tanıyarak Rusların eline düşmemesini sağlayan yine İngilizler olmuştur. Kırım Savaşı sonrası borçlarımızı Fransızlar ve İngilizler ödemiştir. Elbette bunları çıkarlarımız uyuştuğu için yapmışlardır. Sebebi basittir: 1815’te Viyana’da oluşturulan “Avrupa dengesinin” esas ilkesi, beş büyük Avrupa devletinin eşit güce sahip olmaları gerektiğiydi. En kötü senaryolardan biri de Osmanlı’nın Rusya’nın eline düşmesidir. Rusya, Avrupa devletlerinin toplamından daha geniş araziye sahiptir. Yeryüzünün doğal kaynaklarının neredeyse 3’te 1’ini ihtiva etmektedir. Rusların tek sıkıntısı, açık denizlere çıkışı olmamasıdır. Boğazları da alsaydılar dünya üzerinde egemen olmamaları için hiçbir sebep yoktur. Avrupa devletleri bu durumun kendilerini çok güç bir durumda bırakacağını iyi bilmektedir.

--------------------------------

Öyle ya da böyle, Bolşevik ihtilali ile Rusya kumar masasından kalkmıştır. Yerini, daha önceden sesi soluğu çıkmayan yeni bir süper güç ABD almıştır. ABD başkanı Wilson, Ocak 1918’de meşhur 14 ilkesini ilan etmiştir. Amacı dünyaya barışı getirmek değildir tabii ki. Maksat dengeler bozulmasın, savaş galibi itilafçılar aşırı güçlenmesindir. Bu ilkelerden Türkiye’yi ilgilendiren 12’nci madde şöyledir: “Şimdiki Osmanlı imparatorluğunun Türk kısımlarına güvenli bir egemenlik (a secure sovereignty) sağlanmalıdır. Bugün Türk yönetimi altında bulunan öbür uluslara yaşam güvencesi ve her türlü kısıtlamadan uzak özerk gelişme imkanı garantilenmelidir. Boğazlar uluslararası güvenceler altında ve kalıcı olarak bütün ulusların gemilerine ve ticaretine açılmalıdır.” Bunları dikkatli okumak lazım. Neyin söylendiği kadar neyin söylenmediği de önemlidir. Yani 12’nci maddede açık açık deniyor ki nüfusu Arap olan yerleri İngiltere ve Fransa alabilir ancak Anadolu’nun paylaşımına ABD karşıdır. Yani Rusya, İtalya ve Fransa Anadolu’dan toprak almamalıdır. Boğazlar herhangi bir devlete verilmemeli; uluslararası güvence altında Türklere bırakılmalıdır.

Bu isteğin nedeni de bellidir: Türkiye’nin artık sağlam durması istenmiştir. Evvelki gibi her taraftan saldırıya açık, istikrarsız bir yapı istenmemiştir. Her an Rusların kucağına düşecek bir Türkiye ortalıkta pimi çekilmiş bomba gibi durmaktadır. 1800’lerden beri dünyanın başına dert olan hasta adam dönemi artık bir neticeye varmalıdır. Ortalıkta kimin eline düşeceği belli olmayan, güçsüz bir memleket fakat muhteviyat açısından olmasa da konum itibariyle çok değerli topraklar vardır. Türkiye’nin petrolü yoktur, uğruna savaşmaya değecek başka yeraltı veya yerüstü zenginliği de yoktur. Dünya dengeleri açısından en önemli stratejik avantajı, Rusya’nın Güneyinde aşılması güç bir tampon oluşturmasıdır. Bu işlevi gereğince bağımsız ve dost bir Türkiye, parçalanmış veya Batıdan düşmanlık gördüğü için Rusya’ya sığınmak zorunda kalmış bir Türkiye’den daha faydalı görülmüştür. Yani hasta adam ayaklanana kadar evine “doktor” yollamak istemişlerdir.

Wilson’ın dış politika konularındaki baş temsilcisi Albay House’un, Türkiye’ye ilişkin raporu şu şekildedir: “Türk İmparatorluğunun uluslarını baskı ve sömürüden kurtarmak gerekir. Bu, Ermenistan için en azından özerklik; Filistin, Suriye, Irak ve Arabistan’ın ise uygar uluslarca himayesi demektir. Boğazlarda özgür ulaşımı sağlamak gerekir. Asıl Türkiye’ye karşı adil davranılmalıdır. Ekonomik ve siyasi bağımlılıklarından kurtarılmalıdır. Almanya’ya olan savaş borçları silinmelidir. Türkiye’ye yeni bir yön sağlanabilir: Toprakça küçülmüş ve yabancı ulusları sömürme yetkisi elinden alınmış olarak, çabalarını kendi halkının ihtiyaçları üzerinde toplamak.” [16] İngiltere başbakanı Lloyd George’un işçi sendikaları kongresi önünde deklare ettiği İngiliz savaş amaçları da Wilson ilkeleriyle hemen hemen aynıdır: “Türkiye’yi başkentinden veya ırkça hakim unsuru Türk olan küçük Asya ve Trakya’nın verimli topraklarından mahrum etmek için savaşmıyoruz. Biz, Akdeniz ve Karadeniz arasındaki deniz trafiği uluslararasılaşmış ve yansızlaşmış olmak kaydıyla, başkenti İstanbul ile birlikte Türk ırkının anayurdunda Türk devletinin varlığını sürdürmesine karşı değiliz. Ancak Arabistan, Ermenistan, Mezopotamya, Suriye ve Filistin’in ayrı ulusal statülerinin tanınmasını isteme hakları vardır. Rusya’daki ihtilal bütün koşulları değiştirmiş olduğundan, önceden yapılmış olan anlaşmaların müttefikler arasında özgürlükle tartışılmasına bir engel kalmamıştır.” [17] Yani sözde “biz uluslara kendi kaderlerini tayin etme fırsatı (self determination) veriyoruz” demişlerdir ancak özde başlarına bir vasi koymuşlardır. Biz de çok uluslu bir İmparatorluk olduğumuzdan Ermeni ve Kürt özerkliği meselesiyle baş başa kalmış bulunuyorduk.  

Ne olduysa 1919 Mayıs’ta olmuştur. Bu tarihten itibaren İngilizler, Türkiye aleyhine seri halde düşmanca tedbirlere başvurmuştur: Mayıs’ın birinci haftasında Yunanlıların İzmir’i işgal etmesine karar verilmiştir. Samsun bölgesine İngiliz kuvvetleri çıkartılmıştır. Güneydoğu’da bazı Kürt aşiretleri ayaklanmaya teşvik edilmiştir. O günlerde Wilson desteğiyle ilan edilmesi beklenen Türk barış antlaşması çıkmaz ayın son perşembesine ertelenmiştir. Kars-Ardahan-Batum bölgesinde kurulmuş olan geçici Türk hükümeti lağvedilmiş ve bu yerler Gürcistan ve Ermenistan’a bırakılmıştır. Akabinde Kilikya’da Fransız işgali başlamıştır. Bir iki yıl sonra da İstanbul resmen işgal edilmiş ve Sevr projesi dikta edilmiştir.

Savaşın sona erdiği 1918 Ekim ile 1919 Mayıs’ı arasındaki altı aylık dönemde İngilizler bize yönelik somut, düşmanca bir adım atmamıştır. Aslında bu altı ay bizim en güçsüz; saldırmaya en açık olduğumuz zamanlardır zira askeri ve siyaseten teslim olunmuştur. İngilizler ise ordularını henüz terhis etmemiştir. Yani isteseler savaşmaya devam edebilecek pozisyondadırlar. Amaçları gerçekten Türkiye’yi istila etmek, bölmek veya ezmekse niye mütareke döneminde yapmamışlardır? İngilizler düşmanlığını göstermek için neden altı ay beklemiştir? 1919 Mayıs’ında ne oldu da birden politikaları değişti? Barış antlaşması Kasım 1918’den itibaren gündemin tek konusuydu, Nisan 1919’da Paris konferansında Türkiye konuşulmuştur. Yaz sonuna kadar antlaşmalar imzalanacak denmiştir. Sonra bilinmeyen bir nedenle antlaşma çıkmaza girmiştir. Bence bütün bu sürecin en büyük muamması bu erteleme olayıdır. Yaygın bir kanıya göre, İngilizler’in bu tutarsızlığının sebebi Başbakan Lloyd George’dur. Yazar ve siyasetçi Sabahattin Selek şöyle ifade eder: “Gerçek İngiliz menfaatleriyle, Türkiye’ye karşı yürütülen politika; Milli Mücadele çevresinde çelişme halindedir. İngiltere’nin böyle bir yanlışlığa düşmesine Lloyd George sebep olmuştur. Lloyd George, 1918-1922 yıllarında gerçeklere uymayan şahsi bir politika gütmüştür.” [18]

Lloyd George’un kişisel özellikleri, İngiliz politikasında ne derece etkili olmuştur? Lloyd George hükümeti, Türkiye’nin savaş sonrasında değişen stratejik konumunu, şahsi saplantı ve önyargıları nedeniyle kavramaktan aciz mi kalmıştır? İngiltere’nin milli mücadele sırasında Türkiye’ye karşı izlediği tutum, ne ölçüde şahıs faktörüne veya duygusal etkenlere bağlanabilir? Fakat artık olan olmuş, işgaller başlamıştır. Oyunun kuralı budur, Dünya Savaş’ını kaybeden tüm ülkeler işgal edilmiştir. Osmanlı hükümeti asayişi sağlama konusunda ne kadar titiz davranırsa davransın, 15 Mayıs 1919’da Yunanistan’ın İzmir’i işgalinin önüne geçememiştir. İzmir’in işgalinden 4 gün sonra 19 Mayıs 1919’da Atatürk Samsun’a çıkmış ve Kurtuluş Savaşı resmen başlamıştır.  

--------------------------------

Samsun’daki kongreyi Amasya ve Erzurum kongreleri takip etmiştir. Bize “manda ve himayeyi reddeden milli irade Erzurum’da doğdu.” dense de durum bu kadar net değildir. Erzurum Kongresi’nin 7’nci maddesi mandaya açık kapı bırakmaktadır: “(...) Sınırlarımız içinde milliyet esaslarına uyan ve memleketimize karşı istila amacı beslemeyen herhangi bir devletin fenni, sınai, iktisadi yardımlarını memnuniyetle karşılarız.” [19] Sivas ve Erzurum kongrelerinde ABD ile flörtleşmeler başlamıştır. Sivas Kongresi’nde manda ve himaye reddedilmediği gibi bilakis manda kabulü için büyük adımlar atılmıştır. Bunu kabul edenler arasında Atatürk de vardır. Atatürk’ün Amerikancılığı, siyasi zekasının bir eseri midir yoksa bunu gerçekten bir çözüm olarak mı düşünmüştür? İnceleyelim.

General Harbord’ın Amerika’ya gönderdiği rapora göre Atatürk Amerikan mandasını kabul etmektedir: “Milli müdafaa fırkasının, reisleri Mustafa Kemal Paşa’nın beyanatına nazaran, menfaattar olmayan tek bir devletin, tercihen Amerikan mandası altında İmparatorluğun tamamiyeti mülkiyesini muhafaza etmektir.” [20] Kongre tutanaklarındaki şu sözler de Atatürk’e aittir: “Eğer her halde biz yardıma muhtaçsak bu yardımın Amerika tarafından yapılmasını tercih ederiz, bu cihet arzu ve temenni edilir. Bununla beraber iç ve dış bağımsızlığımızı da kaybetmek istemiyoruz.” [21] Ardından ABD’ye Türkiye’nin mandalık talep ettiğine dair bir mektup gönderilmiş ve Osmanlı’daki vaziyetin incelenmesi amacıyla bir komite gönderilmesi istenmiştir. Ne ilginçtir ki Atatürk, Nutuk’ta, böyle bir mektup gönderildiğini tam olarak hatırlamadığını söyleyecektir: “Efendiler, pek uzun ve münakaşalı devam eden bu manda müzakeresi, taraftarlarını iskat edecek mutavassıt bir çare ile hitam buldu. Hem de bu çareyi teklif eden yine Rauf Bey oldu. Bu teklif oybirliği ile kabul olundu. Kongre divan başkanlığının imzalarıyla bu yolda bir mektup hazırlandığını hatırlıyorsam da bu mektubun gönderilebilip gönderilmediğini pek iyi hatırlamıyorum. Esasen bu mektuba suret-i mahsusada ehemmiyet atfetmiş değildim.” [22] Gönderilen mektup üzerine konuyu görüşmek ve Rum sorununu tetkik etmek üzere Harbord Türkiye’ye gelmiştir. Atatürk kendisiyle bizzat görüşmüştür. Atatürk’ün en azından bu görüşme sebebiyle mektubun gönderildiğini hatırlaması icap etmez midir? Nutuk’ta böyle bir ifadenin olması gerçekten ilginçtir. Daha da ilginç olanı ise, Atatürk’ün gönderildiğini hatırlamadığı bu mektuba imza attığını söylemesidir: “Yalnız Amerika senatosuna yazılan ve malumunuz olan bir mektuba kongre kararıyla beş kişi imza atmıştır ki bu meyanda bendenizin de imzam vardır.” [23] İlginçlikler silsilesi burada bitmeyecektir. Zamanın Matbuat Cemiyeti Başkanı olan Yelid Ebuzziya, Atatürk ile bir söyleşi yapmıştır. Tasvir-i Efkâr Gazetesi adına Ekim 1919’da 21 soru yollanmıştır. Bu sorulardan sadece bir tanesi Atatürk tarafından yanıtsız bırakılmıştır: “General Harbord ile ne mülakat ettiniz?” [24]

Mandacılığı savunanların arasında İsmet İnönü de vardır. İnönü Karabekir’e yazdığı bir mektupta: “Amerikan mandası tek kurtuluştur.” demiştir. [25] Mandacılığı savunan diğer mühim şahıslar ise şunlardır: Halide Edip Adıvar: “15-20 yıllık bir Amerikan mandası Türkiye’yi ekonomik, sosyal ve siyasi alanda çağdaş bir ülke haline getirecektir ve düşman ülkelerin topraklarımız üzerindeki emellerinden bizi kurtaracaktır.” [26] Adıvar 10 Ağustos’ta Atatürk’e gönderdiği telgrafta şöyle demektedir: “Serüven ve savaş zamanı artık geçmiştir. Gelecek için gelişme ve birleşme savaşı açmak zorundayız. Sınırlarında bunca çocuğu ölen zavallı yurdumuzun düşünce ve uygarlık savaşında kaç şehidi var? Biz Türkiye’nin hayırlı çocuklarından yarının kurucuları olmasını istiyoruz. Rauf Bey kardeşimizle sizin, temelleri bile çöken zavallı yurdumuz için uzaktan görerek birlikte düşünüp çalışmanızı bekliyoruz.” Milli Mücadelenin öncülerinden Refet Bey: “Manda istiklalimize mani değildir. Manda ile kuvvetlenirsek, istiklalimize daha iyi sahip oluruz. Kuvvetli olmayıp, zayıf kalırsak, işte o zaman manda altında eziliriz. Şurası muhakkaktır ki, bugün İngiltere, Fransa, İtalya hatta Yunanistan bizi taksim etmek istiyorlar. Fakat biz eğer Amerika gibi büyük bir devletin kefaleti altında bir sulh yapacak olursak, ileride müsait şartlar bulunca hemen döner faydamızı sağlarız. Her halde bir Amerika kefaletini kabul etmek zorundayız.” Ayrıca Refet Bey Sivas Kongresi’nde uzun bir konuşma yaparak: “Manda ile bağımsızlık birbirine engel şeyler değildir. Yirminci yüzyılda 500 milyon lira borcu, yıkık bir yurdu, pek verimli olmayan bir toprağı ve ancak 10-15 milyon lira geliri olan bir ulus, dış yardım olmaksızın yaşayamaz. Eğer bundan sonra da bu durumda kalır ve dış yardımla kalkınmayacak olursak, belki ileride Yunanistan’ın saldırılarına karşı bile kendimizi koruyamayız. Bundan dolayı, Amerikan mandası her şeyden önce bir kefil ve destek bulmak için gereklidir.” demiştir. [27] İttihatçılardan Kara Vasıf Bey ise: “Mandanın isminden korkmayalım buna müzaheret diyelim. Esasen İstanbul’daki Amerikalılar da mandadan korkmayınız. Milletler cemiyetinin nizamnamesine dahildir, diyorlar. Bütün devletler, istiklalimize riayet edeceklerini taahhüt etseler bile, biz yine Amerika’nın yardımına muhtacız. Bu yardım da müzaheret demektir. Eğer tasvip ederseniz, buradan İstanbul’daki Amerikan mümessilliğine bir mektup yazıp, gizlice bir heyet göndermek için torpido isteyebiliriz.”

Beklenen heyet Haziran 1919’da İstanbul’a gelmiştir. [28] Şehirde büyük bir heyecan yaratmıştır. Amerikalılar daha İstanbul’a ayak bile basmadan hazırlık mahiyetinde bir toplantı yapılmıştır. Genelkurmay başkanı Cevat Paşa, Mahmut Paşa ve İzzet Paşa da bu toplantıya katılmıştır. Cevat Paşa, ordunun ABD mandasını destekleyeceğine güvenebileceklerini ifade ederken Mahmut ve İzzet Paşa, Türkiye’nin bütünü üzerinde bir Amerikan mandasının uygunluğunu dile getirmiştir. [29] İngiltere Başbakanı Lloyd George, manda konusunda acele ediyordu çünkü savaş bitmesine rağmen Türkiye’de çok sayıda asker bulundurmaktaydılar. Bu da İngiltere’ye bayağı bir masraf çıkartmaktadır. [30] Aslında İngiltere ve Fransa, Türk bölgelerinden ziyade Arap vilayetleri üzerinde kafa patlatmıştır. Bu bölgelerin mandaterliğini sağlayabildikleri takdirde savaşsız, masrafsız biz bu işi çözeriz diye düşünmüşlerdir. Bu çözümü çabuklaştırmak için de Wilson’a Osmanlı topraklarında manda önermişlerdir. [31] Böylece ABD, Bolşevizm’in güneye yayılmasına engel oluşturarak İngiliz çıkarlarını Akdeniz’de korumuş olacaktır. Peki bu Amerikan mandası işi neden olumsuz sonuçlanmıştır? Amerika mı caydı, biz mi oyalayıp yüzüstü bıraktık? Görüşmeler esnasında Wilson hükümeti değişmiştir. Tıpkı Bolşevik İhtilali gibi bu değişim de evvelki zihniyetin ve anlaşmaların iptalini getirmiştir. Amerika’daki temsilci heyetin net adımlar atmaktan imtina ettiği görülmüştür. Biz de Milli Mücadele isteğimizin yanında, mandanın ABD bütçesi için büyük masrafları ve askeri birlikleri beraberinde bulundurmayı gerektireceğini çabuk anlamış olsak ki bu hevesimizden vazgeçtik. [32]

--------------------------------

Ekim Devrimi ile Bolşeviklerin kalıcı olduğu anlaşıldıktan sonra Bolşevik tehdidine karşı Türkiye’yi ve İran’ı “kollama” fikri, İngiliz egemen çevrelerinde yaygın destek bulmuştur. Bilhassa koalisyonun güçlü ortağı olan muhafazakar partide bu görüş ağırlık kazanmaya başlamıştır. Henüz 1919 Kasım’ında, Dışişleri Bakanlığı, Doğu Anadolu’da manda rejimi kurma ve burayı Ermeni ve Kürt bölgelerine ayırma imkanı bulunmadığı, çünkü bunun için gereken askeri kuvvete İngiltere’nin sahip olmadığı kanısındaydı. [33] Bu arada Fransa’nın Türkiye içerisinde manda kurma girişiminde bulunduğunu düşünüp engel olmaya çalışmışlardır. Sonunda kağıt üzerinde nihayete varılmıştır: 1919 Aralık’ta Fransa ve İngiltere, Türkiye’de hiçbir şekilde manda rejimi kurulmaması konusunda mutabakata varmıştır. Ancak hemen ardından, manda adını vermeksizin, bir İngiliz-Fransız ortak nüfuz bölgesi üzerinde anlaşılmıştır. Buna daha sonra İtalya’ya da dahil edilmiş ve Anadolu’da işgaller başlamıştır. Bu ülkelerin işgal döneminde neler yaptıklarını tek tek inceleyelim. Bakalım güncel siyasette ve tarih kitaplarında sıkça bahsi geçtiği gibi yedi düvele karşı mücadele vermiş miyiz:

İtalya: İtalyanlar Anadolu’ya çiçeklerle gelip çiçeklerle gitmişlerdir. Tek bir silahlı çatışma dahi yaşanmamıştır. Hatta Anadolu’da birçok şehrin halkı, Türk eşkıyalarından kaçmak üzere İtalyanlara sığınmıştır. Örneğin Kuvayı Milliyeci Demirci Mehmet Efe’nin Denizli’de terör estirmesi üzerine halk İtalyanların bulunduğu bölgelere gitmek zorunda kalmıştır. [34] Olayın absürtlüğüne bakar mısınız? Ege’de direniş güçlerini örgütleyen Kazım Özalp’e göre İtalya, Birinci Dünya Savaşı sonunda kendisine vaat edilen İzmir’in Yunanlara verilmesi üzerine Anadolu’da yürütülen Türk direnişini desteklemeye karar vermiştir. [35] İtalyanlar, İtilafçılara o kadar gıcık olmuştu ki sempatimizi kazanmaya varacak kadar garip işler yapmışlardır. Üstelik İtalyanlar Anadolu’yu terk ederken silahlarını dahi bırakmışlardır. Ayrıca İtalyanlar, -ve Fransızlar- Akdeniz’den gelen Alman yardım gemilerinin güvenliğini de sağlamışlardır. İtalyan Başbakanı bu konuda nettir: “Türk halklarıyla düşman hale gelmemeliyiz. Liberal tutum sergilemeli, siyasi değişikliklerden ziyade ekonomik çıkar peşinde koşmalıyız” [36]

Fransa: İngilizler Musul’u almış; karşılığında Adana, Antep, Maraş ve Urfa’yı Fransızlara bırakmıştır. Bu tarihlerde Fransızların bölgedeki kuvvetleri 500 er, 12 makineli tüfek ve bir süvari takımından ibarettir. Fransızlar, Ermenileri piyon olarak kullanmaktadır. Ardından Fransa’da barış yanlısı Millerand Başbakan olmuştur. Bu değişim Anadolu’daki “küçük Ermenistan” kararlarını 180 derece tersine çevirmiştir. Fransız temsilcisi Georges Picot, Atatürk ile görüşmüş ve düşmanca tutum takınmayacaklarını söylemiştir. O dönemde Fransız parlamentosundaki tartışmalar şöyledir: “Türklerin oturduğu Kilikya’yı neden işgal ediyoruz? Kilikya’da kendilerini ölüme atan Fransız subay ve erleri, Fransa’nın Türklerle barışır barışmaz terk edeceği bir toprağı savunmak için ölüyorlar. Bize ait olmayan bir politika için verecek tek adamımız yoktur. Çünkü Fransa’nın çıkarı ve gelenekleri Türk halkıyla devamlı savaşı değil barışı gerektirir.” [37] Sevr’e ilişkin bir gazete başyazısı: “1918’de silahsızlandırmayı başaramadığımız Türkiye’yi 1920’de parçalamaya çalışmak tamamen saçmalık!” [38] Bu sözler elbette Fransızların Türkleri çok sevmesinden ileri gelmiyordu. Fransızlar hedef büyütmüşler ve bir bahane bularak Faysal’ın topraklarına saldırıp Temmuz 1920’de Şam’ı işgal etmişlerdir. Böylece İngilizlerin adamı Faysal devrilmiş, Fransızların Suriye’deki konumu sağlamlaşmıştır. Bu nedenle Fransız siyasiler ve gazeteler girdiği riske değecek daha değerli toprakları işgal etmek istemişlerdir. Fransız kuvvetlerinin Kilikya’da kalmasını savunan hiç kimse olmamıştır.

Peki bu sırada Antep, Urfa ve Maraş’ta neler yaşanmıştır? Savaş öncesi Maraş’ta 30.000 Ermeni yaşamaktaydı, bir kısmı tehcir edilmiştir, yaklaşık 25.000 Ermeni geri dönmüştür. [39] Maraş’ta direniş bu günlerde başlamıştır. Fransızlar, Ermenileri Türklere karşı çatıştırmıştır. Şubat 1920’de Fransızlar Maraş’ı boşalttıklarında bu Ermeniler de Fransızlarla birlikte şehri terk etmiştir. Hatta Kuvayı Milliyeciler Ermenilerin peşine düşmüştür. Genelkurmay belgeleri üzerine çalışan Celal Erkan’ın iddiasına göre 20 bin’e yakın Ermeni zayiatı vardır. Yani gelenlerin neredeyse tamamı öldürülmüştür. Urfa’da ise direniş 3.000 kişilik milis kuvvetleri tarafından başlatılmıştır. Bu kuvvetler Fransız askerlerini sıkıştırmıştır. Ardından Urfa hapishanesindeki tutuklular da savaşa dahil edilmiştir. Sıcak çatışmalar yaşanmış ve dört gün sonra Fransızlar şehri terk etmiştir. Ali Saip Bey’e göre milisler, Rusların gönderdiği 600 tüfek ve 1,5 milyon fişekle savaşmışlardır. Artık Antep’te artık Türk bayrakları dalgalanmaya başlamıştır. Fransızlar bölgede barınamayacaklarını anlamış ve çekilmiştir. Ardından Ankara Antlaşması imzalanmıştır. İlk defa bir Batı devleti Misak-ı Milli’yi tanır hale gelmiştir. Misak-ı Milli sınırları, Musul ve Kerkük’ü yani petrolü ihtiva ettiği için İngilizler tepki göstermiştir. Böylece Türkiye’nin Fransızlarla ilişkileri iyiye gitmeye başlamıştır. Lloyd George hem Faysal’ın devrilmesinden hem de Fransızlarla iyi ilişkiler geliştirmemizden ötürü deliye dönmüş ve bu yüzden Fransızların Türkiye’den çekilme sürecini uzatmaya çalışmıştır. Ancak Fransızlar da İtalyanlar gibi açıktan silah yardımı yaparak Anadolu’yu terk etmiştir. Fransızlar Kilikya’yı terk ederken 10 binden fazla tüfek, 1.500 civarı sandık mermi ve borç mahiyetinde uçak motoru, telsiz istasyonu ve Brege uçağını Ankara Hükümeti’ne bırakmışlardır. [40] Giderayak yaptıkları silah yardımlarının Yunan işgalini durdurmamızdaki rolü büyük olmuştur.

İngiltere: İngilizler ile silahlı çatışmaya girilmedi çünkü Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra askeri ve mali güçleri kalmamıştır, sadece İngilizlerin değil Türklerin de kalmamıştır. Esasında 1918 Kasım’ındaki İngiliz işgaline, Atatürk dahil hiç kimse karşı çıkmamıştır. Kesilen raconu olağan karşılamışlar, “geldikleri gibi giderler” denmiştir. Peki direniş ne zaman başlamıştır?

 

1-) İngilizler hayatlarının hatasını yapıp tehcir edilen Rumlara karşılık İzmir’i Yunanlılara vermek istediğinde,

2-) İttihat ve Terakki’yi tasfiye etmeye kalkıştıklarında,

3-) Ermeni ve Rum zararlarını tazmin ettirmek istediklerinde.

 

İngilizlerin esas hatası Yunanistan’ı Anadolu’ya çıkartması ve Kemalist harekete karşı savaş alanına sürülmesi olmuştur. Yunanlar ve Ermeniler işgal süresince hep piyon olarak öne sürülmüştür. Merak ettiğim şey şudur: İngilizlere Dünya Savaş’ında kırk gün içerisinde Filistin, Suriye, Ürdün, Lübnan ve Kuzey Irak’ı vermiştik. Yani İngilizler Türklerle biraz daha çatışsaydı kısa sürede tüm Anadolu’yu işgal edebilecek potansiyele sahiptiler, peki neden yapmadılar? İşgal döneminin sonlarında yani İngilizlerin 1922’de kendi halkını, sömürgelerini ve İtilaf Devletlerini savaşa ikna etmesi imkansızdı ancak Dünya Savaşının hemen sonunda değildi. 1919’da Mısır’da Wafd hareketini, Irak ve Hindistan isyanını kanla bastırmaktan çekinmemişlerdir. Türkiye’de neden bir damla bile kan akıtmamaya özen göstermişlerdir? Rusya’ya yakınlaşmamızdan mı çekindiler? Anadolu’yu ikincil hedef olarak mı gördüler? Ankara Hükümeti’yle uzlaşmalarının sebebi, milli direnişinin başarılı olması mı yoksa bu olaydan birkaç yıl önce, Türkiye’den bağımsız vuku bulan birtakım olaylar (Bolşevik Devrimi, Alman tehdidinin bertaraf edilmesi, savaş sonunda Batı’nın içinde olduğu durum) mıydı? İngiltere halihazırda o noktaya varmış ya da yaklaşmış mıydı?

Yunanistan: Yunanlar Anadolu’nun büyük bir kısmını ele geçirmiş ancak tutunamamışlardır. Yunan ordusunun Ankara’ya kadar gelebilmelerinin sebebi Atatürk’ün savaş taktiğinde yatmaktadır. Atatürk orduyu ziyaret etmiş ve doğuya çekilme direktifi vermişti: “Düşman hiç durmadan takip ederse, hareket üssünden uzaklaşacak ve yeniden menzil hatları kurmaya mecbur olacak; herhalde beklendiği birçok güçlüklerle karşılaşacak, buna karşılık bizim ordumuz toplu bulunacak ve daha elverişli şartlara sahip olacaktır.” Böyle de olmuştur. Yunanlar Polatlı’dan Batı’ya doğru çekilirken telaştan silahlarını da bırakıp gitmişlerdir. Yunanların nüfusu ve askeri gücü orantısız olduğundan ekonomileri çökmüş ve Anadolu’da fazla dayanamamışlardır. Yunanistan’da 1919-22 arasında toplam %400 enflasyon yaşanmıştır. İngilizler de desteği kesince hızlı bir şekilde geri çekildiler. Sadece 7.000 kayıpla Yunanlılar Anadolu’dan atılmış Kurtuluş Savaşı kazanılmıştır. Aslında Yunanlarla tam manasıyla bir savaş dahi yaşanmamıştır.

Hikayenin başına dönecek olursak esasında İzmir’de bir referandum planlanmıştır. Hatta Sevr’de de bu böyledir. Adil bir şekilde halk hangi ülkeyi isterse İzmir o ülkeye kalacaktır. Yunanlar gelirken Türklerle savaşacaklardan dahi habersizdir. Hatta Yunan Genelkurmay Başkanlığının arşiv kayıtlarına göre “Türkler bizim kardeşimizdir, onlarla savaşmayız” dediği için 117 Yunan askeri, Yunan hükümeti tarafından infaz edilmiştir. 1919-1922 arası İzmir’de ufak-tefek münferit olaylar haricinde hiçbir olay yaşanmamıştır. Yunan ve Türk hükümeti Sevr’in yürürlülükte kaldığı süre boyunca birlikte çalışmıştır. Her iki taraf da ilk sorun kendinden çıkmasın diye çaba göstermiştir. Dolayısıyla 19-22 arası İzmir’de sakin bir dönem yaşanmıştır. Zaten aksi mümkün değildir: Eğer Yunanlar Türklerle iyi geçinmeseydi savaş yaraları sarıldıktan sonra İzmir’i alsalar dahi elinde tutabilirler miydi? Seve seve bir barış politikası izlediler zira halihazırda Anadolu’nun içindeydiler. Bu dakikadan itibaren yapacakları yanlış bir hareket Kars’a kadar fethetmeleri gerektirecektir. Bu nedenle Yunanların resmi ideolojisi mecburiyetten barış görünümlü olmuştur. Yunanlıları yerleştiği İzmir’den kovmak için ilk kurşunu Türkler sıkmıştır.

Fransa’yla İtalya, Anadolu’yu terk edince İngiltere çekimser bir tavır benimsemiştir. Hangi taraf üstün gelirse onu savunmayı düşünmüşlerdir. Yunanistan’ı önce İzmir’i işgale, sonra Türk direnişini bastırmak amacıyla Anadolu içlerine yayılmaya teşvik eden devlet, şüphesiz İngiltere olmuştur. Ancak para ve silah yardımı yapmamışlardır. [41] 1920 Kasım’da Venizelos’u iktidardan düşürmüşlerdir. Böylece Dünya Savaş’ında Alman yanlısı politika izleyen Kral I. Konstantin tahtına geri dönmüştür. İtilafçı Venizelos’tan İttifakçı Kral Konstantin’e giden süreçte İngilizlerin Yunan politikası da haliyle değişmiştir. Birinci İnönü Muharebesi’nde Yunanlıların basiretsizliği üzerine İngilizler desteğini çekmiştir. Yunanlılar Anadolu’da tam anlamıyla tek başlarına kalmıştır. Büyük Taarruz’dan önce yardım istemek için geldiği Londra’da sonuçsuz temaslarda bulunan Yunan Başbakanı Gounaris’e Lloyd George’un cevabı ibretliktir: “Ben şahsen Yunan dostuyum, ama tüm meslektaşlarım bana karşı. Size yardımcı olamam. Bu imkansız.” [42] Özetle Yunanlılar İtilaf Devletleri tarafından Anadolu’ya piyon olarak sürülmüş ve feda edilmiştir. İngilizlerin Yunanlıları tek başlarına bırakmalarının pek çok makul sebebi vardır, bunlardan bazıları:

 

1-) Yunan ordusunun yetersiz olması,

2-) Yunan iç politikasının istenmeyen bir yönde değişmesi,

3-) Yunanlıları Anadolu’ya sürmekle elde edilmesi tasarlanan faydaların halihazırda elde edilmiş olması,

4-) İngiltere’de iç politik dengelerin, Başbakan Lloyd George’un Yunan yanlısı politikasını sürdürmesine izin vermemesidir.

 

Yunanlıları savaş sahasında yenmek kolay olsa da o dönemde askere yiyecek, giyecek silah tahsis edip savaşa ikna etmek hiç kolay olmamıştır. Tekalif-i Milliye emirleriyle halktan askerlerin zaruri ihtiyaçları toplanmıştır. Yunanlıların başarılı olmasından korkan Ruslardan da para ve silah yardımı alınmıştır. Hatta Madagaskar’daki Müslümanlar bile para yardımında bulunmuştur. [43] Silah, para vs. temin edilmiştir fakat asker toplamak da hiç kolay olmamıştır. Herkesin yıllardır tanıdıklarını kaybettiği o dönemde, şimdiki gibi oturduğu yerden savaş çığırtkanlığı yapan insanlar yoktur. Halk savaşla epeydir tanışıktır ve ne menem bir şey olduğunun farkına varmıştır. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı olsa da halkın savaşa yaklaşımı çekingen olmuştur. Nitekim Kurtuluş Savaşı esnasında kaçak sayısına bakıldığında halkın savaşmak istemediği açıkça görülmektedir. Kütahya-Eskişehir Savaşı’nda 55.000 kişilik ordunun 30.000’i firaridir. Bu halkın savaşla ilgili fikrini gösteren bir sayı olmuştur. Yunan tarafındaysa kaçak sayısı sadece 110’dur. [44] Buna ek olarak, Sakarya Meydan Muharebesi’ni kazanmamıza rağmen 15.000 firari vardır. [45] Nasıl asker toplandığına dair İstanbul Hükümeti’nin beyannamesi şu şekildedir: “(...) Kuvayı milliye adı altında çıkardıkları fitne ve fesatla, anayasaya aykırı olarak halktan zorla para toplamak, asker almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozmak (...)” [46]

--------------------------------

Peki Kurtuluş Savaşı ismiyle müsemma mıdır? İstanbul Hükümeti’nin Milli Mücadeleye bakışı nasıldır? Kurtuluş Savaşı’na destek vermiş midir? Vahdettin hain midir? Amacı nedir? Barışı sağlamak ve yıllardır aralıksız süren bir savaşı nasıl sonlandırmayı düşünmektedir? Güçlü bir mandater ile ticari ve siyasi bağlar kurmak istemiş midir? Eğer savaş istemiyorsa neden yaveri olan Atatürk’ü direnişi organize etmesi için Anadolu’ya göndermiştir? Sevr’i destekleyenlerin bir çıkarı var mıdır? Bu anlaşmayı savunanların gerekçesi nedir?

Öncelikle, Sevr bir barış antlaşmasından ziyade dayatmadır, şantaj belgesidir. “Madem Dünya Savaşı’nı kaybettin, şimdi istediğimiz tavizleri vereceksin.” Demişlerdir. İtilaf Devletleri savaşı kaybeden tüm ülkelere aynı raconu kesmiştir. Sadece Osmanlı değil, Almanya ve Macaristan da İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmiştir. 1700’lerden beri Avrupa savaşlarında Clausewitz doktrini denen bir prosedür vardır. Kaybeden devlet, antlaşması imzalanana kadar askeri işgal altına alır. Buradaki amaç ülkeyi silahsızlandırarak savaşı sürdürmesini engellemektir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm ittifakçılar işgal edilmiş, orduları terhis edilmiştir. Limanlarına ve demiryollarına, bilimum stratejik noktalarına el konulmuştur. İstedikleri tavizleri aldıktan sonra da işgali sonlandırmışlardır. Bizde de aşağı yukarı böyle olmuştur, yalnız tek bir farkla. Birinci Dünya Savaş’ından hemen sonra tüm İttifak Devletleriyle antlaşmalar imzalanmasına rağmen Türklerle Sevr veya başka bir barış antlaşması imzalanmamıştır. Sevr’i Yunanistan hariç onaylayan hiçbir ülke de olmamıştır. Ne İngiltere ne Fransa ne de İtalya bu anlaşmayı onaylamıştır.  Sevr’in 433’üncü maddesinde, “onay belgelerinin Türkiye ve üç müttefik devlet tarafından en kısa süre içinde Paris’e gönderilip bir tutanak hazırlanmasından sonra yürürlüğe gireceği” yazılmaktadır. Onay belgelerinin gönderilmesi söz konusu dahi olmamıştır. Dolayısıyla da Sevr, resmiyet kazanmamıştır. Paris Barış Konferansı’nda Osmanlı delegeleri tarafından paraf edilmiştir fakat hükümet ve padişah kabul etmeyince anlaşma olmamıştır, kısaca teoride kalmıştır.

Sevr’in antlaşma kimliğini kazanabilmesi için meclisin ve padişahın onayından geçmesi gerekmekteydi ancak o sırada meclis kapalıdır. Vahdettin de İngilizlere ayak diremiştir. Bu durum İngilizleri kızdırmıştır. Vahdettin bir yandan galip düşmana tahttan çekilme tehdidinde bulunurken bir yandan da onları oyalamaya çalışmıştır. Anadolu’dan zaferler geldikçe barış anlaşmasında elinin güçleneceğini düşünmüştür. Ancak İngilizler Türkiye’de yönetiminin İstanbul ve Ankara hükümeti olarak iki başa ayrılmasından ötürü biriyle anlaşmak istemiş ve muzaffer olanı seçmiştir. Yunanlıları yarı yolda bırakarak Ankara Hükümeti ile anlaştılar ve İstanbul’u yani saltanatı gözden çıkarttılar. Sevr öcü gibi kullanılmış yani aba altından gösterilen sopa olmuştur. Yaklaşık yüz yıldır parçalanmakta olan Osmanlı’nın Wilson ilkelerine göre ulus-devletlere ayrılması planıdır. Bolşeviklerin açıkladığı gizli raporlarda, Mondros ve Sevr’de Osmanlı’nın kıyımı gibi bir durum yoktur. Osmanlı, bu haliyle; padişahı, halifesi, medresesiyle devam edecek ancak bazı geçici siyasi, askeri ve iktisadi kısıtlamalar gelecekti. Osmanlı İmparatorluğu’nun ulus devletlere ayrılması bu topraklarda yaşayanlar için iyi bir şey mi kötü bir şey miydi? Aynı dönemde benzer bir antlaşmayla Avusturya-Macaristan imparatorluğu parçalanmıştır, iyi mi yoksa kötü mü olmuştur? Bugün, o antlaşmayla yaratılan Avusturya, Macaristan, Slovenya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya eski İmparatorluk döneminden daha mı iyidir yoksa daha mı kötüdür?

Ortadoğu barındırdığı tüm risklere rağmen uluslarıyla beraber kendi kaderini çizmeyi beklemiştir. Wilson ilkelerine dayandırılarak kurulması planlanan Ermeni Devleti için Türkiye’ye General Harbord gelmiştir. Bölgedeki Ermeni nüfus çokluğu iddiasını ve ortaya atılan Ermeni katliamını incelemek için tetkiklerde bulunulmuştur. Sonuçlar aleyhimize olmuştur, raporda Türklerin katliam yaptığı açıklanmıştır: “Katliam ve sürgünler 1915 baharında belirli bir sisteme göre askerlerin kasabadan kasabaya gidişi suretiyle tertiplendi. Türk Hükümeti’nin resmi raporları 1 milyon 100 bin kişinin sürgün edildiğini gösteriyor. Her köyde önce genç erkekler hükümet binasına çağırılıyor, ardından şehir dışına yürüttürülüp öldürülüyordu. Kadınlar, yaşlı erkekler ve çocuklar ise birkaç gün sonra yüksek, serin ve rüzgarlı Ermenistan Platosu’ndan, Talat Paşa’nın ”tarım kolonileri” şeklinde adlandırdığı, Fırat Nehri’nin sıtmalı ovalarına ve Suriye ve Arabistan’ın ateş gibi kumlarına sürgün ediliyordu. Bu bir ırka karşı toptan teşebbüsün sonucunda ölümler hakkında tahminler 500 binden başlayıp 1 milyonun üzerine kadar çıkabiliyor. Genellikle ifade edilen ise 800 bindir.” [47] Ayrıca raporda geçen ve bizim için mühim bir husus daha vardır: “Türkiye’nin işgal etmemiz veya bir bölümünü işgal etmemiz mantıksızdır zira bu ülkede işgalin maliyetini karşılayacak maden yeterli seviyede değildir. Milyonlarca kişiyi silah altında tutmanın maliyeti hiç azımsanmayacak derecededir.”

Yani Ermeniler kendi çoğunluk olduğu topraklarda, Osmanlı’dan kopan tüm milletler (Yunanistan, Bulgaristan, Suriye, Azerbaycan vs.) gibi kendilerine ait bir devlet kurmak istemişlerdir. General Harbord’un raporları da lehineydi fakat buna hayat verebilmek için bir mandatere ihtiyaç duymuşlardır. ABD, Sevr’in Ermenistan projesini desteklemediğini daha Mart 1920’de ilan etmiştir. Fransa, Ermenileri çoktan kullanıp atmış, Türkiye’den çekilmiştir. İngilizler ise bu yükü kaldırmanın gereksiz olduğunu düşünmüşlerdir. Nisan 1920’deki konferansta Erzurum’un Ermenistan’a verilmesi önerisine sert tepki gösteren Lloyd George, şöyle konuşmuştur: “İngiltere’de bir kişi bile, Erzurum’un işgali için asker gönderilmesi amacıyla bütçeden 1.000.000 sterlin istemek sorumluluğunu üzerine almayacaktır.” [48] Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Ermeni davasının daha aktif bir şekilde desteklenmesini talep eden bir siyasi gruba şu cevabı vermiştir: “İngiltere hükümetinin durumunu anlamamakta ısrar ediyorsunuz. Bu ülkenin Türkiye’nin lalettayin bir bölgesini seçip oradaki diğer tüm ırkları kovarak, İngiliz süngüleri etrafında çok sayıda Ermeni muhacirle doldurmasını ve böylece, İngiliz vatandaşlarından alınacak muazzam vergilerle burada bir Ermeni ulusal varlığı teşkilatlandırmasını bekleyemezsiniz. Bunun düşüncesi bile ham hayalden öteye gitmez.” [49]

Ermeniler bunun üzerine İtilaf Devletlerine “bari silah yardımı yapın” dediler ancak kimseden destek bulamamışlardır. Dolayısıyla Ermeniler Karabekir’in ordusuyla baş başa kalmamıştır. Türkiye ise Müslümanlara yapılan zulümler sebebiyle apar topar; savaş dahi ilanı etmeden saldırmıştır. Ermeniler fazla dayanamamış ve çok uzatmadan karşılıklı anlaşma yapılmıştır. Böylece Gümrü Antlaşması imzalanmış ve antlaşmanın 10’uncu maddesi gereğince Ermenistan, Anadolu’dan toprak koparan Sevr anlaşmasını tanımadığını kabul etmiştir. Türkiye sınırları içinde Ermenilerin çoğunlukta bulunduğu hiçbir bölge olmadığı deklare edilmiştir. [50] Ayrıca Sevr’in gündemde olduğu 1920’de Türkiye’de doğru dürüst Ermeni kalmamıştır. Ermenilere verilmekle korkutulan Anadolu topraklarında Ermeni çoğunluğu kalmamıştır zira Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra tehcir edilen Ermenilerin yarısına yakını geri dönmemiştir. E, öyleyse bu iş nasıl olacaktır? Yani Sevr’de bahsedilen Ermenistan mevzusunun oluru yoktur. Kürtler ise zaten Anadolu kongrelerine katılarak Ankara meclisinde yer almışlardır. Böylece Türkiye içerisinde kurulması planlanan Kürdistan projesi de rafa kalkmıştır. Peki bu durumda, şu haliyle Sevr’in ne gibi bir ehemmiyeti kalmıştır? Sevr imzalansa dahi uygulanamayacaktır.

Bu nedenle müttefiklerin Anadolu üzerindeki projeleri değişmiştir. İngiltere’nin gözü Orta Doğu’ya çevrilmiştir ve zaten elde etmiştir. Anadolu İngilizler için stratejik bir önem arz etmemektedir. Fransa ve İtalya da yeni bir anlaşmanın ancak silah zoruyla uygulanabileceğini anlamıştır. Savaşın içinde olmayacaklarını belirtmişler ve giderken Ankara Hükümeti ile anlaşmışlardır. Urfa, Antep ve Maraş Sevr’de Fransa’ya verilmiştir ancak Fransızlar Ankara Ateşkesi ile bu bölgeyi çoktan tahliye etmiştir. Yani Ağustos’ta imzalanan antlaşmanın Fransa’ya verdiği yerler, Fransa’nın daha üç ay önce karşılıklı mutabakatla terk ettiği yerlerdir. Bu nasıl bir maddedir? Biz hep Kurtuluş Savaşı’nı Sevr’e tepki olarak ortaya çıktığını düşünürüz ancak bu doğru değildir. Bilakis; Sevr, Kurtuluş Savaşı’na bir tepkidir. Sevr metni Nisan 1920’de üç büyüklerin konferanslarında şekillenmiştir. Mayıs’ta Türk tarafına sunulmuştur. Ağustos’ta da imzalanmıştır. Milli Mücadele ise Atatürk’ün 1919’da Samsun’a çıkışıyla başlamıştır. Yani bu olanlardan tam bir sene önce.

Sevr’in mimarı İngiliz Başbakanı “manyak” Lloyd George’dur. Projenin uygulanmasını kafasına koymuştur. İcabında askeri yoldan Yunanlılara yaptıracaktır. Biz barış anlaşmasına yanaşmayınca sahaya Yunanlılar sürülmüştür. Maksat savaş isteyen Türkleri sopalayıp Sevr’e tamamen mecbur bırakmaktır. Fakat bu fikrin başarılı olmasına ondan başka inanan olmamıştır. İngiliz muhafazakar kesmi Türkler anlaşma taraftarı olmuştur. Churchill, Rusların yayılmacı politikasına karşı Türk bariyerinin dikilmesini istemiştir. İngiliz basını, Sevr’in uygulanma olasılığını düşük görmüştür: Gazetelerde yer alan bazı ifadeler şunlardır: “imkansız”, “suni”, “geçici” [51]; “müttefiklerin çözmeyi başaramadıkları sorunları maskelemek için kaleme alınmış retorik bir esip üfürme metni” gibi ifadeler de ayrıca Sevr’in ismi aynı cümlede yer almaktadır. [52]

George’un isteğiyle Yunanlıların İzmir’e sürülmesi bardağı taşıran son damla olmuştur. Küçük Asya Türklere aitti ve bu işgal kabul edilemezdi. Bu durum Ankara Hükümeti’nin elini güçlendirmiştir. Halk artık kurtuluşu Anadolu’da görmeye başlamıştır. Milli Mücadelenin halk tabanında fitilini yakan olay Yunanlıların İzmir’e çıkarılması olmuştur. Peki barış anlaşmalarında İzmir’in akıbeti nedir? Sevr’de İzmir referanduma bağlıydı. Halk beş sene içinde oylama yapacak, kimi istiyorsa o devlet kalacaktı. Fakat Venizelos yerinde duramamıştır. İzmir’in kendilerine verilmesi için Rumların bölgede ağırlıklı olduğunu söylemiş ve bu söylemini Wilson İlkeleri’ne dayandırmıştır. Ancak bu belgelerin sahteliğini İtalyanlar ortaya çıkartmıştır. Venizelos bu sefer de b planını ortaya koymuş ve “Ege’de Türkler Rumları katlediyor!” iddiasını ortaya atmıştır. Bunu da Mondros’un 7’nci maddesine dayandırmıştır. 7’nci maddeye göre iç karışıklık vuku bulduğunda İtilaf Devletleri işgal hakkı elde ediyordu. Bunun üzerine ABD, durum tetkiki için bölgeye Amiral Bristol’ü göndermiştir. Bristol’ün raporuna göre bölgedeki evvelce yapılan katliamlardan Yunanlar sorumlu tutulmuştur. Rapora göre zulüm olarak nitelendirilen olaylar belirlenmiş ve “Türk tarafında bazı kusurlu davranışlar görülmekle birlikte asıl sorumluluğun Yunan tarafı olduğu” vurgulanmıştır. [53] İzmir’de ilk kurşun atılmasaydı şehrin akıbeti ne olurdu bilemeyiz fakat Türklerin ağırlıkta olması ve çatışmalardan sorumlu tutulmaması Türkleri bir adım önde tutmuştur.

İzmir’in işgali esnasında Vahdettin İngilizlerle uygun koşullarda anlaşmaya çalışmıştır. Savaşın bütün suçunu İttihatçıların üzerine yıkmış ve İngilizlere Anadolu’daki halkın yerel direnişlerini gösterip “bakın burada barınamazsınız, gelin daha iyi şartlarda bir sulh yapalım” demiştir. Bu yüzden Anadolu’ya olağanüstü yetkilerle donattığı Atatürk’ü müfettiş sıfatıyla göndermiştir. Çok ilginçtir; Samsun, İngilizlerin işgal ettiği tek limandır. Peki bu müfettişin vazifesi milli mukavemeti yani sükunet ortamını sağlamak mıydı yoksa Anadolu’da bir milli direniş örgütlemek miydi? Vahdettin Atatürk’ü neden Samsun’a göndermiştir? Vahdettin ile Atatürk arasındaki samimiyet küçümsenecek gibi değildir, birlikte Alman İmparatorunu ziyaret etmek için yurt dışına dahi gitmişlerdir. Hatta Atatürk’ün saraya damatlığı bile gündeme gelmiştir. Vahdettin, Enver-Talat rejiminin yerini alacak birini aramakta ve İttihatçılara karşı bir alternatif yaratma peşinde olmuştur. Malum, Atatürk’ün Enver Paşa’yla zıtlıkları herkesçe bilinmektedir. Üstelik Atatürk Çanakkale ve Anafartalar kahramanı olarak anılmaktadır. Nihayetinde Atatürk bizzat Vahdettin tarafından olağanüstü yetkilerle Anadolu’ya gönderilmiştir.

Vahdettin Atatürk’ün yola çıkışından bir gün önce sarayda yaptığı baş başa görüşmede, “Paşa, bundan önce memlekete büyük hizmetler yaptın, ama bundan sonra yapacakların yanında onlar değersiz kalır” ifadesini kullanarak, bir altın bir saat hediye etmiştir. Ancak Vahdettin’in kurtuluştan anladığı ile Atatürk’ün bir değildir. Vahdettin’in Atatürk’e “büyük işler yapacaksın” demesinden kastı İngilizlerin işgaline yol açabilecek olayları önleyebilecek potansiyele sahip olmasıdır. Bu olaylar önlendiğinde Pontus Devleti’nin ve Ermenistan’ın kurulmasının önlenebileceğini düşünmüştür. [54] Yani Vahdettin Atatürk’ten azınlıklara karşı yapılan saldırıları engellemesini istemiştir. Zira işgal kuvvetleri bu saldırıları bahane ederek Trabzon’u işgal edebilirdi. Erzurum, Sivas, Amasya gibi Milli Mücadele kongrelerinin ise İstanbul hükumeti ile alakası yoktur. Hatta, Amasya bildirisinden sonra Atatürk hakkında tutuklama kararı çıkartılmıştır. 24 Mayıs 1920’de Atatürk’ün idam fermanı Vahdettin tarafından onaylanmıştır. Sevr’i imzalamayan Vahdettin, Atatürk’ün idam kararına imza atmıştır.

İdamın çıkması Kemalist ve İslamcı kesim tarafından iki farklı şekilde yorumlanmaktadır. İslamcı kesme göre: Atatürk Vahdettin tarafından bizzat Milli Mücadeleyi tertip etmesi için görevlendirilmiştir. İdamı ise İngilizlerin gözünü boyamak ve oyalamak için yapılan taktikten başka bir şey değildir. Vahdettin’i vatan hainliğiyle suçlayan Kemalist kesme göreyse: Vahdettin Atatürk’ü başkentten uzaklaştırıp Samsun’a göndererek onu tasfiye etmeye çalışmıştır. Amaç Atatürk’ü başkentten uzak tutmaktır. İlk yorum o dönem için büyük bir feraset gerektirmektedir. Tamam, Vahdettin ikili bir oyun içinde olabilir. Fakat çoğunluğun İngilizlerle iyi-kötü anlaşmak istediği bir İstanbul’dan bahsediyoruz. Siyasi gücü sınırlı ve çekingen mizaçlı padişahın bu direnişi bu ortamda tasarlayıp uygulamaya koyduğunu düşünmek çok güçtür. İkinci yoruma ise katılmak mümkün değildir. Tasfiyesi istenen bir paşaya diktatörlüğe varacak yetkiler vermek, bütçeden fonlar sağlamak ne kadar mantıklıdır? Kaldı ki tehlikeli gördüğü Atatürk’ü bertaraf etmenin yolu onu Anadolu’ya yollamak değil, İstanbul’da gözaltında tutmak olmalıdır.

Artık hain edebiyatına bir son vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Çözüm yolları farklı olsa da Vahdettin de Atatürk de vatanın iyiliğini istemiştir. Vahdettin kurtuluşun diplomasi ve siyasetle, Atatürk ise savaşarak kazanılabileceğini düşünmüştür. Dönemin karışık ortamında Atatürk galip geldiği için Vahdettin hain ilan edilmiştir, olay bundan ibarettir. Vahdettin’in Balkan Savaşlarında, Dünya Savaşında ülkeyi mahvetmiş bir kadronun tekrar ayaklanarak Anadolu’yu bir savaş alanına çevirmesini hatalı bulması son derece normaldir. Savaş Türklerin lehine dönünce zaten Milli Mücadele’ye destek vermiş ve savaş yanlısı bir hükümeti iş başına getirmiştir. Ayrıca savaştaki kaçak oranlarına baktığımızda halkın da Vahdettin ile aynı görüşte olduğu görülmektedir. Atatürk kendisinin o kadrodan farklı olduğunu göstermiş ve kaderimizi kendimiz tayin etme hakkını Türkiye’ye kazandırmıştır, elbette bu büyük bir başarıdır. Fakat şu da unutulmamalıdır: Kurtuluş Savaşı kaybedilseydi Atatürk bugün “Anadolu’yu kana bulayan hainler” arasında anılacaktı. Fakat tarih, “öyle olsaydı böyle olurdularla” yazılmıyor. Birkaç değişkeni değiştirerek gelecek tahmini yapmanın Tanrıcılık oynamaktan farkı yoktur. Zira o değişkenle beraber değişecek birden fazla değişken vardır ve bunları tahmin etmek mümkün değildir. İşbu yazıda bu hataya düşmekten mümkün mertebe kaçınılarak Milli Mücadele ve mütareke dönemine farklı bir mercekten bakılmaya çalışılmıştır.


--------------------------------


Kaynaklar:

 

[1] Kurat, Akdes Nimet, Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de bulunan alman generallerinin raporları, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1966.

[2] Birinci Dünya Savaşı’nda kıdemli çavuş olarak görev yapan Hamit Ercan’ın anlattıkları iaşe sıkıntısının ulaştığı boyutları göstermesi açısından önemlidir. Ercan’ın verdiği bilgiye göre; askerler açlıktan ölmüş hayvanların etini yemek zorunda kalmış, bir asker açlık nedeniyle komutanının çarıklarını çalarak kaynatıp yemiş ve hatta bazı askerler açlık nedeniyle köpek kesip yemek zorunda kalmıştır: (Bkz: Alpat, Levent, bir Osmanlı askerinin anıları, Balkan Savaşı’ndan Kurtuluş’a, Haz: Ahmet Mehmet Efendioğlu, Ozan Arslan, Şenocak Yayınları, İzmir, 2010).

[3] Boa, dh.eum.6.şb.,18/44.

[4] Atase, bdh, k.2300, d.66, f.29-1; Atase, bdh, k.2300, d.66, f.29-2. (23 Eylül 1334/23

Eylül 1918).

[5] Hepsinin hikayesi ayrı ama Topal Osman’ınki bambaşkadır. Topal Osman, savaştan kaçmış ve bir süre sonra Samsun civarında ortaya çıkmıştır. Bölgede uzun süredir bağımsız Pontus Devleti’ni kurmayı hedefleyen Rum çeteleri ile uğraşmıştır. İttihatçıların gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın son başkanı Hüsamettin Ertürk’e göre Mustafa Kemal Samsun’a gelir gelmez Havza’da Osman ağa ile görüşmüştür. Halbuki bu sırada Topal Osman, İstanbul Divan-ı Harbi tarafından Ermeni katliamlarına katılmaktan aranmaktadır. Anlaşılan bu alandaki maharetlerinden Rumlara karşı yararlanmak ihtiyacı doğmuş olacak ki, 8 Temmuz 1919’da Osman Ağa hakkındaki tutuklama kararı padişah Vahdettin tarafından kaldırılmıştır. Topal Osman Muhafazai Hukuk-u Milliye Cemiyeti Giresun şube başkanı olmuştur. Ardından Erzurum Kongresi’nde Mustafa Kemal’e muhalefet edenleri sindirme görevini başarı ile yapmıştır. H.İ. Dinamo’ya göre Mustafa Kemal “Pontus belasından kurtulmayı Topal Osman’ın tecrübeli ellerine” bırakmıştır. Topal Osman da “siz hiç merak etmeyin paşam, bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak” diye karşılık vermiştir. (Kutsal İsyan, 2. Cilt)

[6] Atatürk Söylev ve Demeçleri. Cilt: II, s. 130.

[7] Güran, 1997, s. 23-25; Karpat, 1985, s. 162-89.

[8] Kuva-yı Milliye Hatıraları, 2003, s. 139.

[9] Kızıldere’den Ali’nin evini üç haydut basarak altınlarını gasp etmiştir. Çine’nin Sınırteke köyünden üç Müslümanın paraları çadırları Sekiz Şaki tarafından basılarak gasp edilmiştir. Ayrıca Nazilli’de Konyalı Hafız Ömer Efendi’nin evini basan eşkıyalar, karısını yaralayıp 500 lira kıymetindeki ziynet eşyasını gasp etmiştir (Anadolu, 4 Teşrinisani 1334, s. 2).

[10] Alyot, 1947, s. 286; Beşikçi, 2015, s. 322; Nureddin, 1928, s. 205.

[11] Alemdar, 3 Mayıs 1335, s. 3.

[12] Boa, dh.şfr.,92/324.

[13] Köylü, 4 Teşrinisani 1918, s. 1.

[14] 21.4.1917, St. Jean De Maurienne Antlaşması.

[15] Al-Jazeera - A Century On: Why Arabs Resent Sykes-Picot

[16] Hikmet Bayur (Türk İnkılabı Tarihi, Cilt: III/4, s. 615)

[17] Hikmet Bayur (Türk İnkılabı Tarihi, Cilt: III/4, s. 620-621) Kafkasya’daki İngilizler, Kars-Ardahan-Batum bölgesinde kurulmuş olan geçici Türk hükümeti.

[18] Selek, Anadolu İhtilali, İstanbul, 1966, s. 58.

[19] Dayı, Esin. (2010). Erzurum Kongresi’nin Türk Tarihindeki Yeri ve Önemi

[20] Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele: Mutlakiyete Dönüş 1918-1919,

Son Meşrutiyet 1919-1920 İç Savaş ve Sevr’de Ölüm, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2010,

s. 531-532.

[21] Sivas Kongresi Tutanakları, s. 89.

[22] Nutuk, 1927 baskısı, Cilt: II, s. 68.

[23] Nutuk, 1927 baskısı, Cilt: II, s. 92.

[24] Nutuk, 1927 baskısı, Cilt: II, s. 145-146.

[25] Kongrenin açıldığı gün Mustafa Kemal İstanbul’dan eski Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’dan da bir mektup almıştır. Paşa kongrede Amerikan mandasının kabul edilmesini istemiştir. İsmet İnönü de aynı görüştedir. Albay İsmet Bey, 27 Ağustos 1919’da Kazım Karabekir’e yazdığı mektupta Amerikan mandasını savunmuştur. Refet Bey (Paşa) da kongrede Amerikan mandasını savunmuştur. (Bkz: Andrew Mango, Atatürk, The Biography Of Founder Of Modern Turkey, Overlook Press, s. 247).

[26] https://www.indyturk.com/…lli-mücadele-kahramanları

[27] Mustafa Kemal Atatürk, a.g.e., s.132-133.; Uluğ İğdemir, a.g.e., s.58-59.

[28] Ali Karakaya, Milli Mücadele’de Manda Sorunu, Harbord ve King Crane Heyetleri, Başkent Yayınları, Ankara, 2001, s. 84.

[29] Ayışığı, Metin, Kurtuluş Savaşı Sırasında Türkiye’ye gelen Amerikan Heyetleri, TTK yayınları, Ankara, 2004.

[30] İngiltere mütarekeden hemen sonra, günde ortalama 10.000 asker terhis etmesine rağmen, Ocak 1919’da ordunun günlük harcaması 4 milyon poundun üzerindeydi. (Bkz: Martin Gilbert, Winston Churchill 1917-1922, Vol: IV., London, 1975, s.196).

[31] Mine Erol, Türkiye’de Amerikan Mandası Meselesi 1919-1920, Giresun, 1972, s. 13-14.; Seçil Akgün, “Kurtuluş Savaşı Başlangıcında Türk-Ermeni İlişkilerinde ABD’nin Rolü”, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri (8-12 Ekim 1984 Erzurum), Ankara, 1985, s.334.

[32] Yel, O. (2018) Yeditepe Üniversitesi Tarih Bölümü Araştırma Dergisi, E-ISSN: 2564-7687 cilt: 2, sayı: 4, Haziran 2018.

[33] Şimşir (ed.), İngiliz Belgelerinde Kurtuluş Savaşı c. I, s. 242.

[34] Kazım Özalp, Milli Mücadele Anıları.

[35] http://www.tunaydingazetesi.com/…a-giden-surec-iii/

[36] Helmreıch, Paul, Sevr Entrikaları (Büyük Güçler, Maşalar ve Türkiye’nin Taksimi), Sabah Yayınları, (Çev: Şerif Erol) I. Baskı, İstanbul, Mart 1996.

[37] Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, s. 175-224 ve 346-347.

[38] Aktaran Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, s. 159.

[39] Şahin, A. (2019) Türkiyat Mecmuası Journal Of Turkology (Millî Mücadele Özel Sayısı/Special Issue Of Natronla Struggle).

[40] Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşı Mali Kaynakları, Cilt: 2, Kastaş Yayınları.

[41] Toynbee, The Western Question (1923).

[42] Fromkin, Barışa Son Veren Barış, s. 547 (1989).

[43] Çakır, “Madagaskar: Bağımsızlığın 50. Yılında Kazanımlar, Kaçan Fırsatlar ve Türkiye ile İlişkileri”

[44] https://tr.wikipedia.org/…ya-eskişehir_muharebeleri

[45] Eric Jan Zürcher, “Hizmet Etmeyi Başka Biçimlerde Reddetmek: Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Dönemlerinde Asker Kaçaklığı”, Çarklardaki Kum: Vicdani Red Düşünsel Kaynaklar ve Deneyimler, Haz. Özgür Heval Çınar, Çoşkun Üsterci, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, S. 67.

[46] Akandere, O. (2003). 11 Nisan 1920 (1336) Tarihli Takvim-i Vekâyi’de Kuva-Yı Milliye Aleyhinde Yayınlanan Kararlar. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi. s. 417-467.

[47] Senate Document No. 266, 66th Congress, 2d Session. Washington. Government Printing Office, 1920.

[48] Aktaran Paul C. Helmreich, Sevr Entrikaları, s. 223.

[49] Aktaran Öke, Ermeni Sorunu s. 192.

[50] https://tr.wikipedia.org/wiki/gümrü_antlaşması

[51] Fırat, Melek, “6-7 Eylül Olayları”, Türk Dış Politikası, (editör: Baskın Oran), Cilt: I, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001. Malum, Amasya bildirisinden sonra paşa hakkında tutuklama kararı çıkardılar.

[52] Helmreich, Sevr Entrikaları, s. 236.

[53] Dinç Yaylalıer, “Türk – Amerikan İlişkilerinde Amiral Bristol’un Rolü”, Türk Yurdu, Numara: 125, Cilt: 18 (Ocak 1998) s. 39.

[54] Akyol, Taha. (Ama Hangi Atatürk)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

19 Sistemi Nedir? - Eleştiriler ve Cevaplar

Sudur Teorisinin Gelişimi

Kuran'da Faiz Haram Mı?